Yaratılış 4 — Yaratılış 5

Yaratılış kitabının her bölümü önümüze açıldığı zaman, son dönemlerin yazarlarından birinin çok iyi ifade etmiş olduğu gibi “tüm Kutsal Kitap’ta yer alan tohum planında” yolculuk ettiğimiz gerçeğinin taze kanıtları ile karşı karşıya kalırız; yalnızca bununla değil ama aynı zamanda tüm insanlık tarihinin tohum planı hakkında da bilgi sahibi oluruz.

Böylece dördüncü bölümde Kayin ve Habil’in kişiliklerinde hem dünyanın dindar bir adamı ile ilgili hem de imanın samimi bir adamı ile ilgili örnekler görürüz. Her ikisi de Aden bahçesinin dışında doğdular ve düşmüş Adem’in oğulları olarak birbirlerinden farklı olan doğal hiç bir şeye sahip değiller idi. Her ikisi de günahkar idi. Her ikisi de düşmüş doğaya sahip idi. Hiç biri masum değil idi. Bu konuda net bir anlayışa sahip olmak gerekir, öyle ki tanrısal lütfun gerçekliği ve imanın saygınlığı tam olarak ve farklılıkları ile birlikte görülebilsin. Eğer Kayin ile Habil’in arasındaki farklılık onların doğasını temel almış olsa idi o zaman kaçınılamaz bir sonuç olarak ortaya çıkacak olan şu olur idi; onlar hem babalarının düşmüş doğasına paydaş olmazlar idi hem de onun düşmesinin sonucu olan koşulların içinde bulunmazlar idi ve bu yüzden lütfun görünümü ve iman uygulaması için hiç bir şekilde yer olmaz idi.

Bazı kişiler bize herkesin doğru kullanıldığı takdirde kendisini Tanrıya geri götürecek güce sahip kılacak olan özellik ve kapasiteler ile doğduklarını öğretirler. Ancak bu öğretiş şimdi önümüzdeki bölümde gayet net bir şekilde ortaya konan gerçeğin açık bir inkar edilişidir. Kayin ve Habil Cennetin dışında değil içinde doğdular. Ve onlar masum değil, düşmüş bir Adem’in oğulları idiler. Dünyaya balarının doğasına paydaş olan kişiler olarak geldiler. Ve bu doğanın kendisini hangi yollar aracılığı ile göstereceği önemli değil idi; önemli olan, doğanın hala düşmüş, mahvolmuş ve düzeltilmesi imkansız bir doğa olması idi. “Bedenden doğan (yalnızca bedensel değil ama)bedendir. Ve Ruh’tan doğan (yalnızca ruhsal değil, ama) ruhtur.” Yuhanna 3: 6.

Eğer doğanın farklı özellikleri, kapasiteleri, kaynakları ve eğilimleri için dürüst bir fırsat var oldu ise bu fırsat Kayin ve Habil’in yaşadıkları dönemde verilmiştir. Kaybedilen masumiyet sonucu düşen doğa eğer yenilenebilse ve Aden bahçesinin sınırları içinde kendisini tekrar bina edebilecek olsa idi o zaman bunun görünmesi için uygun olacak olan zaman bu zaman olur idi. Ama böyle bir durum söz konusu değil idi; hem Kayin hem de Habil her ikisi de kaybolmuşlar idi. Onlar “bedendi.” Masum değildiler. Adem masumiyetini kaybetmiş idi ve onu asla geri kazanmadı. Adem yalnızca düşmüş bir soyun başı olarak görülebilir. Adem’in tek bir “itaatsizliği” yüzünden tüm insan soyu “günahkarlar” haline gelmiş idi. (Romalılar 5:19) Kişisel açıdan bakıldığı zaman Adem bozukluğun kaynağı haline geldi ve Adem’den suçlu insanlığın mahvolmuşluğu ve bozukluğunun kaynakları çıktı. Ölü bir ağaç gövdesinden ahlak ve ruhsallık açısından ölü olan ölü bir insanlığın dalları fışkırdı.

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi Adem’in lütfun bir öznesi yapıldığı doğrudur; Adem vaat edilen bir Kurtarıcıya duyulan diri bir imana sahip oldu ve bu imanı sergiledi. Ancak bu durum hiç bir şekilde doğal değil idi, aksine tamamen tanrısal bir şey idi. Ve doğal olmadığı için de onu iletecek bir doğa kapasitesinin sınırları içinde olamaz idi. Bu durum bir miras olarak soya geçti. Adem kendi imanını ne Kayin’e ne de Habil’e aktaramaz idi. Bu nedenle Adem’in sahip olduğu şey yalnızca tanrısal sevginin ürünü idi. İman, tanrısal güç aracılığı ile Adem’in canına ekilmiş idi. Ama Adem’de bu tanrısal gücü başkalarına iletecek tanrısal güç yok idi. Adem’in yapabileceği ne var ise doğal idi ve ancak doğal yollar ile iletişim kurabilir idi; bundan fazla hiç bir şey yapamaz idi. Ve biz onun bir baba olarak içinde bulunduğu mahvolmuş durumu görmekteyiz; bu yüzden Adem’in oğlu da ancak Adem gibi olabilir idi. Ondan doğan çocuklar da onun gibi olacaklar idi. Adem’den doğdukları için onun doğasına mecburen paydaş olmak zorunda idiler. “Topraktan olan insanlar nasıl ise topraktan olanlar da öyledir.” 1.Korintliler 15:48.

Federal baş olma öğretişi hakkında doğru bir anlayışa sahip olmaktan daha önemli hiç bir şey olamaz. Eğer şimdi değerli okuyucu bir an için Romalılar 5:12-21 ayetlerine dönecek olur ise esin ile yazan elçinin tüm insan soyuna iki ayrı baş altında olan soy olarak baktığını anlayacaktır. Bu bölüm üzerinde daha fazla durmayacağım ama sırası geldikçe konu ile bağlantılı olarak ondan yalnızca söz edeceğim. Birinci Korintlilerin on beşinci bölümü de benzer bir karakterin öğretişini verir. İlk insanda günah, itaatsizlik ve ölüm olduğunu görürüz. Ve İkinci İnsan’da doğruluk, itaat ve yaşama sahibiz. Nasıl ilk insana özgü bir doğa var ise, aynı şekilde İkinci İnsan’a özgü bir doğa da mevcuttur. Hiç kuşkusuz her doğa her özel durumda kendine özgü enerjileri gösterecektir. Her birey sahip olduğu doğaya ait o doğaya özgü güçler sergileyecektir. Ama yine de hala gerçek, soyut ve positif bir doğanın mutlak mülkiyeti mevcuttur.

Şimdi nasıl fiziksel doğum aracılığı ile ilk insandan almış olduğumuz bir doğa özelliği var ise, aynı şekilde İkinci İnsan’dan da almış – “yeniden” doğarak almış olduğumuz bir doğa özelliği vardır. Yeni doğmuş bir bebek düşünelim, bu bebek her ne kadar Adem’i düşmüş bir varlık haline getiren eylemi yerine getirme konusunda tamamen güçsüz olsa da yine de Adem’in doğasının bir paydaşıdır. Ve bu nedenle Tanrıdan aynı şekilde “yeniden” doğmuş bir çocuk da yani canı yenilenmiş olan biri de “insan İsa Mesih’in” mükemmel itaatine sahip olduğunu gösteren hiç bir şey yapmamış olsa da İsa Mesih’in doğasının bir paydaşıdır. Adem’in doğasında günahın yer ettiği doğrudur ve aynı şekilde İsa’nın doğasında da mükemmel doğruluk mevcuttur. İlk doğada insanın günahı vardır ve İkinci Doğa’da ise Tanrının doğruluğu vardır. Her iki durumda da –ekler ne olur ise olsun – gerçek, o doğaya olan paydaşlığın hilesiz olduğudur. (bona fide). Adem’in çocuğu insan doğasına ve onun özelliklerine paydaştır. Tanrının çocuğu ise tanrısal doğaya ve onun özelliklerine paydaştır. Adem’in doğası insan isteği ile uyum içindedir (Yuhanna 1), Mesih’in doğası ise Tanrının isteği ile uyum içindedir. Elçi Yakup Kutsal Ruh aracılığı ile bize şunu öğretir: “O, yarattıklarının bir anlamda ilk meyveleri olmamız için bizleri kendi isteği uyarınca gerçeğin bildirisi ile yaşama kavuşturdu. Yakup 1:18.

Tüm bu anlattıklarımız ile belirtmek istediğimiz nokta, Habil’in kardeşi Kayin’den herhangi bir doğal şey aracılığı ile farklı olmadığıdır. Bu iki kardeş arasındaki farklılık onların doğalarını ya da koşullarını temel almıyor idi, çünkü bu ikisi arasında “hiç bir farklılık yok idi.” O zaman o büyük farklılığın ortaya çıkmasının nedeni ne idi? Yanıt, Tanrı lütfunun iyi haberi sayesinde çok basit bir hale gelir. Farklılık onlarda, ya da onların doğasında veya koşullarında değil idi; farklılık tamamen sundukları kurbanlarda idi. Bu gerçek meseleyi daha da basit hale getirir. Çünkü gerçekten iman etmiş olan her günahkar yalnızca düşmüş bir doğaya paydaş olduğunu hissetmek ile kalmaz ama aynı zamanda kendisinin de bir günahkar olduğunu hisseder. Habil’in öyküsü Tanrı ile olan ilişkisinde ve O’nun önündeki duruşunda O’na yaklaşmak için tek doğru olan temeli ortaya koyar. Bu temel Habil’e kendi doğasının temeli üzerinde Tanrıya yaklaşamayacağını kesin olarak öğretir. Ve Habil Kutsal, Adil ve tek Gerçek Tanrı ile bağlantısının gerçek ve sonsuza kadar kalıcı temelinin kaynağını kendisinin “dışında” başka birinin kişiliğinde ve işinde araması gerektiğini öğretir. İbraniler kitabının on birinci bölümü bu konu ile ilgili her ayrıntıyı önümüze çok farklı ve kolay anlaşılabilir bir şekilde koyar. “Habil’in Tanrıya Kayin’in kurbanından daha iyi bir kurban (pleiona thysian, πλείονα θυσίαν) sunması iman sayesinde oldu. İmanı sayesinde doğru biri olarak Tanrının beğenisini kazandı. Çünkü tanrı onun sunduğu adakları kabul etti (marturountos, μαρτυροῦντος). Nitekim Habil ölmüş olduğu halde iman sayesinde hala konuşmaktadır.” İbraniler 11:4. Burada bize öğretilen şudur: konu, hiç bir şekilde insanlar ya da onların işleri değil, sundukları “Kurbandır.” Burada önemli olan sunan kişi değil, sunduğudur. Kayin ve Habil arasındaki büyük farklılık işte bu noktada idi. Değerli okuyucumun bu noktayı tam olarak kavrayabilmesi önemlidir, çünkü her günahkarın Tanrının önündeki duruşu ile ilgili gerçek bu noktada açıklanır.

Ve şimdi sözü edilen sunuların neler oldukları konusunda bir inceleme yapalım. “günler geçti. Bir gün Kayin toprağın ürünlerinden Rabbe sunu getirdi. Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de yağlarını getirdi. Rab Habil’i ve sunusunu kabul etti. Kayin ile sunusunu ise reddetti. Kayin çok öfkelendi ve suratını astı.” Yaratılış 4:3-5. İşte bu sözler ile farklılık bize çok net olarak açıklanmaktadır. Kayin Yehova’ya lanetlenmiş bir toprağın ürününü sundu ve ayrıca bu laneti uzaklaştıracak bir kan da sunmadı. Kayin, kansız bir kurban sundu, böyle yapmasının nedeni basit idi, çünkü imanı yok idi. Eğer bu tanrısal ilkeye sahip olmuş olsa idi, hemen o anda bile “kan dökülmeksizin bağışlama olmaz” öğretişini bilecek idi. İbraniler 9. Burada sözü edilen gerçek çok önemli bir gerçektir. Günahın cezası ölümdür. Kayin bir günahkar idi ve böyle olduğu için kendisi ve Yehova arasında ölüm durmakta idi. Ama Kayin sunduğu sunu ile bu gerçeğin farkında olmadığını göstermekte idi. Tanrısal kutsallığın taleplerini karşılamak için ya da bir günahkar olarak kendi gerçek durumuna bir karşılık olarak kurban edilmiş bir yaşam sunması gerektiğinin farkında değil idi. Lanetli bir toprağın günah ile lekelenmiş ürününü kabul etmesi imkansız olan Yehova’nın önünde günahkar ve kusurlu olarak duramayacağını bilerek davranmadı.

Kayin’in kansız sunusunda tüm bunlar ve bunlardan daha fazlası mevcut idi. Tanrısal talepler ile ilgili olarak tam bir bilgisizlik sergiledi ve kaybolmuş ve suçlu bir günahkar olmasına rağmen durumundan haberdar değil idi; sunduğu sununun Tanrının huzurunda ne anlam ifade ettiğini bilmiyor idi. Hiç kuşkusuz mantık bu durumda şu sözleri söyleyebilir: “Bir insan Tanrıya ellerinin işi tarafından ve alnının teri ile üretilmiş olan bir sunudan daha fazla kabul edilebilecek hangi sunuyu sunabilir?” Mantık ve hatta insanın dindar zihni şu şekilde düşünebilir: Ama Tanrı oldukça farklı düşünüyor ve iman kesinlikle her zaman Tanrının düşüncelerini kabul edecektir. Tanrı, kurban edilmesi gereken bir yaşam olduğunu öğretir ve bu nedenle iman da buna inanır; kurban edilmiş bir yaşam sunmadan Tanrıya yaklaşılması mümkün değildir.

Bu durumda Rab İsa’nın hizmetine baktığımız zaman hemen gözümüze çarpan nokta şu olacaktır; eğer O çarmıhta ölmemiş olsa idi, yapmış olduğu tüm hizmetlerinin bizim Tanrı ile olan ilişkimizin bina edilmesi için yeterli olmayacağı kesin idi. Evet, O2nun tüm yaşamı boyunca “iyilik yaptığı” doğrudur ama perdeyi yukardan aşağı doğru yırtan yalnızca O’nun çarmıhtaki ölümü idi (Matta 27:61). O’nun ölümünden ve akıttığı kanından başka hiç bir şey bunu gerçekleştiremez idi. Şu ana kadar “iyilik yapma hizmetlerini” sürdürmüş olsa idi, “tapınanın en kutsal yere yaklaşmasına engel olan perde hala yırtılmamış olarak yerinde dururdu.” İşte bu yüzden Kayin’in sunu sunan biri ve bir tapınan olarak nasıl yanlış bir temel üzerinde durduğunu anlayabiliriz. Yehova’nın huzuruna bağışlanmamış bir günahkar olarak gelmek ve “kansız bir kurban” sunmak küstahlığın en yüksek derecesi olup yalnızca bir suç olarak görülür. Evet, sunusunu üretmek için zahmete girdiği doğrudur ama bunun yararı nedir? Bir günahkarın zahmetleri günahın lanetini ve lekesini ortadan kaldırabilir mi? Sınırsız kutsallığa sahip Tanrının taleplerini tatmin edebilir mi? Bir günahkarın Tanrının önüne kabul edilebilmesi için uygun bir temel teşkil eder mi? Günahın hak ettiği ölüm cezasını bir kenara atabilir mi? Ölümün dikenini ya da ölümün zaferi olan mezarı yok edebilir mi? Bunlardan herhangi birini ya da hepsini yapabilir mi? İmkansız! “Kan dökülmeksizin bağışlama olmaz.” Kayin’in “kansız kurbanı” diğer her kansız kurban gibi yalnızca değersiz değil, ama aynı zamanda tanrısal takdir açısından gerçekten iğrenç idi. Bu davranış yalnızca insanın kendi durumu ile ilgili tam bilgisizliğini ortaya koymak ile kalmıyor ama aynı zamanda tanrısal karakterin özelliklerini de sergiliyor idi. “Tanrıya, sanki O’nun ihtiyacı varmış gibi insan eli ile hizmet edilmez.” Ama Kayin yine de Tanrıya bu şekilde yaklaşabileceğini düşündü. Ve her dindar kişi bu konuda aynı şekilde düşünür. Çağlar boyunca Kayin’i izleyen ve O’nun yaptıklarını yapan milyonlarca kişi olmuştur. Kayin’in tapınması dünyanın her yerinde çoğalarak artmıştır. Bu tür tapınma yeniden doğmamış olan her çocuğun tapınma şeklidir ve güneşin altında var olan her sahte din sistemi tarafından muhafaza edilmektedir.

İnsan “veren” olan Tanrıyı “alan” Tanrı yapmak ister, ama bu mümkün değildir. Çünkü, “vermek almaktan daha bereketlidir.” Ve şurası kesindir ki Tanrı en bereketli konuma sahip olan tek Kişi’dir. Onlara ilk veren kim idi? Tanrı şu sözlerde açıklanmış olan derin gerçeği öğrenmiş olan bir yürekten gelen en küçük armağanı kabul edebilir: “Senden almadığımız ne var ki sana karşılığını ödeyelim?” Ama insan “ilk verenin” yerini almaya cüret ettiği anda Tanrının ona yanıtı şu olur: “eğer aç olsa idim, sana mı söylerdim?” Çünkü “O’na sanki bir şeye ihtiyacı varmış gibi insan eli ile hizmet edilmez.” “Tüm varlıklara yaşamı, soluğu ve her şeyi veren O’dur.” Her şeyi veren yüce Tanrının “herhangi bir şeye ihtiyacı olması” mümkün değildir. Tanrıya verebileceğimiz tek şey övgüdür ama bunu da yalnızca tüm günahlarımızın ortadan kaldırıldığına dair tam ve net bir düşünceye sahip olarak yapabiliriz. Ve bunu yapabilmek de ancak tamamlanmış bir kefaret bilgisine sahip olarak iman aracılığı ile mümkündür.

Değerli okuyucu, burada lütfen biraz dur ve şu verdiğim ayetleri dua ederek oku. Mezmur 1; Yeşaya 1:11-18; Elçilerin İşleri 17: 22-34; okuyucu bu ayetlerin hepsinde insanın Tanrının önündeki gerçek konumu hakkındaki gerçeği ayrıntılı olarak görecek ve aynı zamanda tapınmasının uygun temelinin ne olduğunu da anlayacaktır.

Şimdi de Habil’in sunusu üzerinde düşünelim. “Habil de sürüsünde ilk doğan hayvanlardan bazılarını, özellikle de onların yağlarını getirdi.” Yaratılış 4.4. Başka bir deyiş ile Habil Tanrıya yalnızca kurban aracılığı ile yaklaşılabileceğine dair görkemli gerçeğe iman aracılığı ile sahip oldu. Kendisinin ve günahının sonucu arasında bir günahkar olarak kendisine bir başkasının ölümünün kefaret etmesi gerektiğinin farkına vardı; Tanrının doğasının talepleri ve Karakterinin özellikleri yalnızca lekesiz bir kurbanın kanı ile tatmin olabilir idi. Tanrının taleplerini karşılamak için sunulacak olan bir kurban ve günahkarın derin ihtiyaçları! İşte kısaca söz edecek olur isek bir günahkarın vicdanının tek huzur bulacağı yer çarmıhtaki kurbanın kanı sayesinde gerçekleşir, çünkü Tanrı orada, çarmıhta tam olarak yüceltilmiştir.

Tanrısal açıdan ikna edilmiş olan her günahkar önündeki ölüm ve yargıyı hissetmek zorundadır. Ölüm günahkarın işlerine uygun olan yargıdır ve günahkar bu yazgıyı ne yapar ise yapsın değiştiremez. Çok ağır çalışabilir ve iyi işler yaparak hizmet edebilir; sözler verip antlar içebilir; yaşam biçimini değiştirebilir; dışsal bir şekilde karakterini yenileyebilir; huylarını değiştirebilir, ahlak açısından gelişme gösterebilir ve insanların kabul ettikleri şekilde söyleyecek olur isek, dindar olabilir; tam bir imana sahip olabilir, Kutsal Kitap okuyabilir, dua edebilir ve vaaz dinleyebilir. Kısaca, insan gücünün sınırları içinde var olan her şeyi ya da herhangi bir şeyi yapabilir ama yine de tüm bunlara rağmen, “ölüm ve yargı” önünde olacaktır. Ufukta toplanmış olan bu iki ağır bulutu, ölümü ve yargıyı yok etmeye gücü yetmez. O bulutlar öylece orada dururlar ve insan ne yapar ise yapsın onları uzaklaştıracak güce sahip değildir; yalnızca ölüm ve yargı anının hüzünlü beklentisini yaşayabilir. Ölüm ve yargı her zaman onun suçlu başı üzerinde sallanan kılıçlar gibi olacaktır. Bir günahkar kendi işleri aracılığı ile kendisini yaşama ve zafere yerleştiremez. Ölümün ve yargının öte yanında onlardan kurtulmak için yapmış olduğu işleri ona yarar sağlamayacaktır; bu dehşet dolu iki gerçek için yaptığı hazırlıkların hepsi boştur!

Ama her şeye rağmen işte tam bu noktada çarmıh araya girer. İkna olmuş günahkar o çarmıhta tüm suç ve tüm ihtiyacı için tanrısal bir sağlayışa bakabilir. Çarmıhta ölümün ve yargının sahneden tamamen uzaklaştığını ve onların yerine yaşam ve yüceliğin yerleştiklerini görebilir. Mesih ölüm ve yargı sorununu çözüme ulaştırmıştır; gerçek imanlı buna ikna olduğu zaman yaşam doğruluk ve yücelik ile dolar. Kurtarıcımız Mesih İsa ölümü etkisiz kılmış yaşamı ve ölümsüzlüğü Müjde aracılığı ile açığa çıkarmıştır.” 2.Timoteos 1:10. Bizi Tanrının kutsal ve yüce huzurundan sonsuza kadar ayıracak olan günahı ortadan kaldırarak Tanrıyı yüceltmiştir. O, günahı ortadan kaldırmıştır ve bu nedenle günah gitmiştir. İbraniler 9:26. Tüm bunlar Habil’in “daha üstün kurban” örneğinde ortaya konmaktadır. Habil suçlu bir günahkar olarak gerçeği bir kenara koymak gibi bir girişimde bulunmadı – her yere dönebilen ateşli kılıca ya da yaşam ağacına giden yola girmeye kalkışmadı, kansız bir kurban gibi küstah bir sunu sunmaya cüret etmedi ve Yehova’ya lanetlenmiş bir toprağın ürününü sunmadı; bir günahkarın gerçek konumunu aldı ve kendisi ve kendisinin günahları arasındaki ve günahtan nefret eden bir Tanrının kutsallığı arasına konması gereken bir kurban öldürdü. Yaptığı basit idi. Habil ölüm ve yargı hak etmiş idi ama kendisinin yerine geçip ölüm ve yargıyı üstlenen bir kurban buldu.

Bu durum, her zavallı, çaresiz, kendini mahkum eden ve vicdanı huzursuz günahkar için geçerli olan bir iyi haberdir. Mesih Habil’in yerine geçerek ona kefaret eden en üstün Kurban ve onun HERŞEYİDİR. Habil gibi biri toprağın ürününün ona asla kefaret edemeyeceğini hissedecektir. Eğer Tanrıya yeryüzündeki en iyi ürünü bile sunmuş olsa idi yine de hala günah ile lekelenmiş bir vicdana sahip olmaya devam edecek idi. Çünkü “kan dökülmeksizin bağışlama olmaz.” En iyi meyveler ve en güzel kokulu çiçekler onun vicdanındaki lekelerden tek bir tanesini bile silemezler idi. Tanrının Oğlunun mükemmel kurbanından başka hiç bir şey yüreğe ve vicdana huzur veremez. Bu tanrısal gerçeğe iman aracılığı ile sımsıkı yapışan herkes dünyanın ne verebileceği ne de alabileceği bir huzurun tadını çıkartacaklardır. Canı, bu esenliğin varlığına yerleştiren imandır. “İman aracılığı ile aklandığımız için Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile Tanrıyla barıştık.” Romalılar 5:1. “Habil iman aracılığı ile Tanrıya Kayinin sunusundan daha üstün bir sunu sundu.”

Pek çok kişinin düşündüğü gibi bu konu bir hissetme meselesi değildir. Kutsal Ruh aracılığı ile bir günahkarın canında çalışan iman tamamlanmış bir gerçeğe olan imandır. Bu iman yüreğin duygusundan ya da zihnin düşüncesinden oldukça farlı bir şeydir. Duygu, iman değildir. Zihinsel düşünce iman değildir. Bazı kişiler imanı belirli durumlarda yalnızca bir zihin düşüncesi haline getirirler. Böyle bir tutum korkutucu bir hatadır. Çünkü iman konusunu insani bir konu haline getirir, oysa iman gerçekten tanrısaldır. İman insan seviyesine indirilemez çünkü iman gerçekten Tanrıdan gelir. İman bu günün ya da yarının bir konusu değildir. İman Tanrının Kendisine benzetebileceğimiz sonsuz bir kaynaktan çıkan bozulmaz bir ilkedir. Tanrının gerçeğini temel alır ve canı Tanrının huzuruna koyar.

Yalnızca duygu ve duygusallık çıkmış oldukları kaynağın üzerine asla yükselemezler ve bu kaynak benliktir. Ama iman Tanrı ve O’nun sonsuz sözü ile ilgilidir ve iman onu veren Tanrı ile birlikte sahip olduğu yüreği bağlayan diri bir hattır. İnsan duyguları ne kadar yoğun olur ise olsun, insan duygusallıkları ne kadar rafine olurlar ise olsunlar canı Tanrı ile birbirine bağlayamazlar. Onlar tanrısal olmadıkları gibi sonsuz da değildirler. Yalnızca insani ve gözden kaybolan şeylerdir. Yunus’un öyküsündeki bir gecede ortaya çıkan ve bir gecede kaybolan kene otuna benzerler. İman böyle değildir. Bu değerli ilke çıktığı kaynağın ve ilgisi olan objenin tüm değerine, tüm gücüne ve tüm gerçekliğine paydaş olur. Canı aklar; (Romalılar 5:1) yüreği saf kılar; (Elçilerin İşleri 15:9) sevgi aracılığı ile işler; (Galatyalılar 5:6) dünyayı yener (1.Yuhanna 5:4). Duygular ve duygusallık asla böyle sonuçlar başaramazlar; onlar doğaya ve yeryüzüne aittirler; iman ise Tanrıya ve gökyüzüne aittir. Duygular kendileri ile ilgilenirler, iman ise Mesih ile ilgilenir; duygular içe ve aşağı doğru bakarlar; iman ise dışarı ve yukarı doğru bakar; duygular canın karanlık ve kuşku içinde kalmasına neden olurlar, iman ise ışığa ve esenliğe götürür. Duygular insanın inip çıkan duyguları ile ilgilenirler; iman ise Tanrının değişmez gerçeği ve Mesih’in sonsuza kadar kalıcı doğruluğu ve kurbanı ile ilgilenir.

İman, hiç kuşkusuz ruhsal duygular ve gerçek duygusallıklar üretecektir. Ama imanın ürünlerinin “imanın kendisi” ile asla bir tutulmamaları gerekir. Ben ne duygular ne de iman duyguları aracılığı ile aklanmadım; yalnızca iman aracılığı ile aklandım. Ve bu neden böyle oldu? Çünkü Tanrı konuştuğu zaman iman O’na inanır, O’nun sözüne tam güvenir. O’nun, Rab İsa Mesih’in tamamladığı işi ve kişiliğinde Kendisini açıkladığını kavramıştır. Bu, yaşam, doğruluk ve esenliktir. Tanrıyı olduğu gibi kavramak mevcut ve sonsuz her bereketin özetidir. Can, Tanrıyı bulduğu zaman burada ve buradan sonraki olası her ihtiyacını bulmuştur. Ama Tanrı yalnızca Kendi açıklaması aracılığı ile bilinebilir ve Kendisini iman aracılığı ile bildirir, iman, ayrıca her zaman tanrısal açıklamayı kendi uygun objesi olarak görür.

Böylece şimdi bu yazdıklarımızdan sonra bir ölçüde şu ifadenin anlamını ve gücünü kavrayabiliriz: “Habil’in Tanrıya Kabil’den daha iyi bir kurban sunması iman sayesinde oldu.” İbraniler 11:4. Kayin’in imanı yoktu ve bu yüzden Tanrıya kansız bir kurban sundu. Habil imana sahip idi ve bu yüzden hem kan hem de yağ sundu; bunlar yaşamın sunumunu ortaya koyan örneklerdir ve Mesih’in kişiliğinin üstünlüğünü ortaya koyarlar. Kan yaşamın yağ ise Mesih’in üstün kişiliğinin örnekleridirler. Musa’nın düzeni altında hem kanın hem de yağın yenmesi yasaklanmış idi. Kan yaşamdır ve yasa altındaki insan yaşam ünvanına sahip değildir. Ama Yuhanna altıncı bölümde bize öğretilen şudur: Kandan yemedikçe içimizde yaşama sahip olamayız. Yaşam, Mesih’tir. O’nun dışında hiç bir yerde yaşam kıvılcımı mevcut değildir. Mesih’in dışındaki HER ŞEY ölümdür. “Yaşam O’nda idi ve başka hiç kimsede değil idi.

Ve O geldi ve çarmıhta Yaşamını verdi ve Kutsal Olan lanetli ağaca çivilendiği zaman günahı kendi bedeninde yüklendi.  Bu neden le yaşamını verir iken bedenine yüklenmiş olan günahı da ortadan kaldırdı; mezardan zafer ile dirilir iken günahı da mezarda bıraktı. Yeni bir yaşamın gücü ile dirildi ve kanı ve ile bizi akladı ve bize Kendi doğruluğunu verdi. Bu konu bize kutsal Rabbimizin dirilişinden sonra söylediği ifadeyi anlamamız için yardımcı olacaktır. “Gördüğünüz gibi, bir ruh ete ve kemiğe sahip değildir. Rabbimiz, “ete ve kana” demedi, çünkü dirilir iken kutsal kişiliğinde günah uğruna bir kefaret olarak çarmıhta akıtmış olduğu kan üzerinde değil idi. “Çünkü canlılara yaşam veren kandır. Ben onu size sunakta kendinizi günahtan bağışlatmanız için verdim. Kan yaşam karşılığı günahı bağışlatır.” Levililer 17:11. Bu noktaya yakından bakacak olur isek Mesih’in ölümü aracılığı ile ortadan kaldırılmış olan günahın gücünden kurtarılmış olan canlarımızın derinliklerinde olumlu olarak etkilendiğini görürüz. Ve bu görkemli gerçeklik ile ilgili duygunun canlarımızda derinleşmesi aracılığı ile esenliğimiz de daha tam olarak bina edilir, çünkü aklandığımız ne kadar çok anlar isek esenliğimiz de o ölçüde artacaktır. Ve tanıklığımız ve hizmetimiz ile bağlantılı olan Mesih’in yüceliği de bu şekilde daha etkin hale gelecek güce kavuşacaktır.

Habil ve Kayin’in öyküsünde daha önce de çok ilginç ve değerli şu noktadan söz etmiş idik. Ve bu nokta her birinin sunmuş olduğu sunu ile kimliklerini ortaya koymuş olmaları idi. Değerli okuyucunun bu noktaya çok dikkat etmesi gerekir. Her iki durumda da mesele sunuyu sunan kişinin kişiliği hakkında değil idi; mesele tamamen sunduğu sununun özelliği ile ilgili idi. Bu yüzden Habil hakkında “Tanrının onun sunusunu kabul ettiğini” okuruz. Rab, Habil’i ayrı ve sunusunu ayrı olarak kabul etti. Ve bu durum çok belirgin bir şekilde bir imanlının Tanrının önündeki esenliğinin ve kabul edilişinin uygun zeminini kesin olarak ortaya koyar.

Yürekte sürekli olarak şöyle bir eğilim mevcuttur; esenliğimizi ve kabul edilişimizi içimizde ya da bizimle ilgili bir şey üzerine bina etmek. Ama yine de bu şeyin Kutsal Ruh aracılığı ile işlendiğini kabul ederiz. Bu yüzden Kutsal ruh her zaman dışarda bir şeylere bakmamızı söylemesine rağmen bizde sürekli içimize bakmak gibi bir eğilim vardır. Oysa her imanlının “ben neyim?” sorusuna değil, “İsa nedir?” sorusuna karşılık araması doğru olandır. İmanlı “İsa’nın adı ile” Tanrıya geldikten sonra O’nun ile tamamen özdeşleşir ve O’nun adı ile kabul edilir. Ve ayrıca Adı ile gelmiş olduğu Kişi sayesinde bir daha artık asla reddedilemez. En zayıf imanlı hakkında bile bir soru sorulmadan önce bu sorunun Mesih’in Kendisine sorulması gerekir. Ama elbette Mesih’in Kendisine herhangi bir soru sorulması imkansızdır ve bu sayede imanlının güvenliği hiç bir şeyin asla hareket ettirmesinin mümkün olmadığı mükemmel bir temel üzerinde bina edilmiştir. Kendi içinde zavallı ve çaresiz bir günahkar olan kişi Mesih’in adına sahip olmuş ve O’nun ile özdeşleşmiştir, Mesih’te kabul edilmiştir ve Mesih’in yaşamına sahiptir; Mesih nasıl ise imanlı da öyledir. Tanrı imanlıya bakmaz, ona armağan ettiği Kişi’ye bakar ve bu armağan söz ile anlatılamaz armağan olan Mesih’tir. TÜM BUNLAR son derece sakinleştiren ve rahatlatan gerçeklerdir. İmanın verdiği güvence ile her itiraza ve itiraz eden kişiye Mesih’i ve O’nun tamamladığı kefaret işini işaret edecek gücümüz olması bizim mutlu ayrıcalığımızdır. TÜM kaynaklarımız Mesih’tedir. Tüm gün boyunca Mesih ile övünürüz. Kendimize güvenmeyiz ve bizim için her şeyi tamamlamış olan O’na güveniriz. O’nun adına sımsıkı yapışırız, O’nun tamamladığı işe güveniriz, O’nun kişiliğine bakarız ve O’nun gelişini bekleriz.

Ama dünyasal zihin bir imanlının yüreğine böylesine büyük sevinç veren ve onun yüreğini böyle harika bir şekilde tatmin eden bu gerçeğin tümüne karşı büyük bir düşmanlık sergiler. İşte Kayin’in zihni de bu tür bir durum yaşadı. “Kayin çok öfke duydu ve suratını astı.” Habil’in yüreğini esenlik ile dolduran şey, Kayin’in yüreğini öfke ile doldurmuş idi. Kayin imansızlık etmiş ve bir günahkarın Tanrıya gelebileceği tek yolu küçük görmüş idi. Kan dökülmeden bağışlama olamaz idi, ama Kayin kan sunmayı reddetti. Ve sonra günahlarının içinde olduğu için Kayin kabul edilmedi, ama Tanrının armağanını alan Habil kabul edildi diye “öfke duydu ve suratını astı.” Ama başka türlü olması nasıl mümkün olabilir idi? Ya günahları ile kabul edilecek idi ya da günahları olmadan kabul edilecek idi. Ama Tanrının onu günahları ile kabul etmesi mümkün değil idi ve kendisine kefaret edebilecek tek şey olan kanı getirmemiş idi. Ve bu yüzden Kayin reddedildi ve reddedilmiş olarak bozuk dinin ürünleri olan yollar sergiledi. Kabul edilmiş ve aklanmış insan olan iman eden kişiye zulüm etti ve onu öldürdü. Ve böyle yapmasının sonucu olarak da her çağdaki tüm sahte inanç sahiplerinin ya da dincilerin bir modeli ve önderi olarak görülür. Tüm çağlarda ve tüm yerlerde insanlar kendilerini herhangi bir alandan daha çok din alanında zulüm etmeye hazır kişiler olarak göstermişlerdir. Aynı Kayin örneğinde olduğu gibi. Aklanma – tam, mükemmel ve kusursuz aklanma yalnızca iman aracılığı ile gerçekleşir ve Tanrıyı her şey, insanı ise hiç bir şey yapar. Ve insan bu durumdan ya da bu gerçekten hoşlanmaz. Yüzü asılır ve öfkesini ortaya koyar. Ancak öfkesi konusunda herhangi bir neden bulup da bunu söyleyemez; çünkü daha önce de görmüş olduğumuz gibi mesele insan ile ilgili bir mesele değildir; mesele yalnızca insanın Tanrının önünde hangi temel üzerinde göründüğüdür. Eğer Habil kendi temeli üzerinde kabul edilmiş olsa idi o zaman gerçekten de Kayin’in öfkesi ve suratının asılması için haklı bir neden var olmuş olacak idi, ama daha önce de görmüş olduğumuz gibi Habil’in kabul edilişinin temeli kendisi değil, Tanrıya götürdüğü sunu idi. Bu gerçek Yehova’nın Kayin’e söylediği şu sözler ile ortaya konur: “Eğer doğru olanı yapsan, (ya da eğer doğru sunu sunsan [orthos prosenegkes, ὀρθῶς προσενέγκῃς],”) seni kabul etmez miyim?” Yaratılış 4:7. Burada neyin doğru olduğu sunulan sununun ne olduğu ile ilgilidir. Habil kendisini kabul edilebilir bir kurban arkasına gizlemek ile doğru olanı yaptı. Kayin ise kanı dökülmeyen bir sunu ile yanlış olanı yaptı ve bundan sonraki tüm davranışları yalnızca yanlış sunusunun ya da tapınmasının sonucundan başka bir şey değiller idi.

“Kayin, kardeşi Habil’e, ‘Haydi, tarlaya gidelim’ dedi. Tarlada birlikte iken kardeşine saldırıp onu öldürdü.” Yaratılış 4:8. Ve bu durum o günden sonra hep aynı şekilde devam etti; Kayinler Habillere zulüm ettiler ve onları öldürdüler. Tüm çağlarda insan ve insanın dini aynı olmuştur. İman ve iman inancı aynıdır. Ve iman ve din nerede karşılaşırlar ise karşılaşsınlar, aralarında her zaman çatışma olmuştur.

Ama yine de Kayin’in cinayet eyleminin sahte tapınmasının sonucu olan sahte ürünün bir sonucu olduğunu görmekte yarar vardır. Kayin’in temeli kötü idi ve yanlış temel üzerine bina ettiği sunu da kötü oldu. Buna rağmen cinayet eyleminin ardından Tanrıya karşı içten davranmadı; bu yüzden Tanrının yargısını duyduğu zaman Tanrının nasıl olduğunu bilmediği için bağışlanma konusunda umutsuzluğa düştü ve O’nun bereketli huzurundan uzak kalacağını düşünerek O’nun huzurundan ayrıldı, Nod topraklarına yerleşti ve orada bir kent kurdu ve ailesi sürü sahibi göçebelerin atası, lir ve ney çalanların atası ve tunç ve demirden kesici aletler yapanların atası oldular. Kayin, tanrısal karakter hakkında bilgi sahibi olmadığı için günahının bağışlanamayacak kadar büyük olduğunu duyurdu.   1 Burada önemli olan nokta Kayin’in günahının ne olduğunu gerçekten bilmeyişi değil, Tanrıyı tam olarak tanımayışı idi. Tanrının yenmemesi için uyardığı meyvenin yenmesi sonucu ortaya çıkan düşüşü sergiledi. Bağışlanma istemedi, çünkü Tanrıyı istemedi. İçinde bulunduğu koşulların tam olarak farkında değil idi; Tanrının ardından gitmedi; bir günahkarın Tanrıya yaklaşma temeli hakkında doğru düşünceye sahip değil idi. Kayin kökten bozuk idi – temelden hatalı idi ve tüm istediği Tanrının huzurundan ayrılmak ve kendisini dünyada ve dünyanın ardından gittiği şeyler içinde kaybetmek idi. Tanrı olmadan da çok iyi yaşayabileceğini düşündü ve dünyayı elinden geldiğince daha saygın bir yer haline getirmek için onu dekore etmeye koyuldu ve aklı sıra kendisini bu şekilde saygın bir kişi haline getirebileceğini düşünüyor idi. Ama Tanrının bakış açısına göre Kayin lanet altında idi hem bir kaçak hem de bir aylak idi.

Kayin’in yolu böyle idi ve şu anda milyonlarca kişi aynı yolda hızla yürümekteler. Bu tür kişiler karakterlerindeki inanç unsurundan hiç bir şekilde mahrum kalmış değildirler. Tanrıya bir şey sunmaktan hoşlanırlar; O’nun için bir şey yapmak isterler. O’nun huzuruna kendi zahmetlerinin sonucu olan ürünü sunarak çıkmayı arzu ederler. Kendileri hakkında bilgileri yoktur ve Tanrı hakkında da bilgisizdirler. Ama yine de dünyayı geliştirmek için çok gayretli bir çaba sarf etmekten geri durmazlar ve yaşamı çeşitli şeyler yaparak kabul edilebilir hale getirmeye çalışırlar, sahneyi en uygun renklere boyamaya uğraşırlar. Tanrının sunduğu “temizleme” çözümünü reddederler ve dünyayı kendi çabaları ile geliştirmek isterler. İşte bu “Kayin’in yoludur.” Yahuda 11.

Ve değerli okuyucu, bu “yolun” hali hazırdaki zamanda ne kadar üstün olduğunu görmek için çevrenize bakmanız yeterlidir. Lekeli dünya Habil’in sunusunun kanından “çok daha üstün ve değerli” bir kan ile yıkanmış olmasına rağmen aynı Kayin’in zamanındaki gibi yanlış bir yoldan yürüyor olmak ve bu şekilde kabul edilmeye çalışmak ne kadar acıdır; “lir ve ney” enstrümanlarının sesleri hiç kuşkusuz insanın kulağına Habil’in kanının seslenişini işittirmektedir; bu yüzden artık insanın kulağı Golgota’daki çarmıhtan gelen sesler ile dolmalıdır ve insanın gözleri çarmıha gerilmiş Mesih’ten başka bir şey görmemelidir. İnsan zihninin düşünceleri insan benliğinin gayret ile özlem duyduğu tüm meyveleri üreten bir dünya ile ilgilidir. Ve bir insanın bir yaratık olarak gerçek ihtiyaçlarının yalnızca gözü ile gördüğü ve yüreği ile arzu ettiği olduğu zannedilir. Ve yaşamın bunlar olmadığı takdirde tahammül edilmez olduğu düşünülür. Bu nedenle, örneğin, birkaç yıl önce insanlar yüz elli kilometrelik bir yolculuğu tamamlamak için üç ya da dört gün ayırmaya razı iken, şimdi bunu çok daha kısa sürede yapabilmektedirler ve yalnızca bu kadar da değil, eğer yalnızca beş ya da on dakika geç kalacak olsalar üzülür ve şikayet ederler. Aslında insanın yaşama zahmetinden kurtarılması gerekir. İnsanın hiç yorulmadan yolculuk etmesi gerekir, haberleri sabretmeden hemen işitmesi gerekir. İnsan “artık denizin olmayacağı” 2 o parlak ve görkemli çağa ulaşmak için kendi yolları ile hareket ederek yeryüzüne demir raylar döşemiş ve denizin altına elektrik kabloları yerleştirmiştir, tüm bunları kendi beklentisine göre ve kendi yolu ile yapar.

Tüm bunlara ek olarak sözde inanç olarak adlandırılan din bolluğu mevcuttur. Ama ne yazık ki hayır severliğin kendisi bile dinin, insanın iç rahatlığı ve insanın yüceltilmesi için insan tarafından oluşturulmuş olan boş ve işe yaramaz bir makinenin vidası olmasına engel olamaz. İnsan düşüncesine göre insan dinsiz var olamaz; böyle bir durum saygın bir durum olmayacaktır. Ve bu nedenle insan zamanının bir bölümünü dine adamaya razıdır ya da düşündüğü ve konuştuğu şekilde dini dünyadan sonraki yaşamı için ilgilenmesi gereken bir olgu olarak kabul etmiştir. Dinden sonra kendisini ve zamanını kalıcı olmayan ilgi alanlarına adar. Ama şimdiki zaman ya da sonsuzluk için çalışıyor da olsa bunu aslında hep “kendisi” için yapar. İşte “Kayin’in yolu” budur. Okuyucum bu konu üzerinde lütfen iyi düşünsün. Bu yolun nerede başladığını, nereye doğru devam ettiğini ve nerede sona ereceğini anlasın.

Ama iman adamının yolu bu yoldan ne kadar da farklıdır! Habil laneti hissetti ve buna sahip çıktı, imanın kutsal enerjisi sayesinde günahın lekesini gördü ve sunuyu sunması gereken şekilde yani tanrısal talebe uygun olarak sundu. Sığınağını Tanrının Kendisinde aradı ve O’nda buldu. Ve yeryüzünde bir kent inşa etmek yerine yeryüzünün bağrında mezardan başka bir şey bulmadı. Yeryüzünün doğru bir adamın kanı ile lekelenmiş yüzeyinde Kayin’in ve ailesinin zekası ve enerjisi kendisini gösterdi. Dünya insanı bunu hatırlasın ve Tanrı insanı da bunu hatırlasın ve dünyasal zihne sahip imanlı da bunu hatırlasın. Bu gün üzerinde bulunduğumuz yeryüzü Tanrının Oğlunun kanı ile lekelenmiştir. Kiliseyi aklamış olan bu kan dünyayı mahkum etmektedir. İsa’nın çarmıhının karanlık gölgesi iman gözü aracılığı ile bu dünyanın tüm parlaklığı üzerinde hüküm sürmektedir. “Bu dünyanın görkemi yavaş yavaş sona ermektedir.” Çok yakında tamamen ortadan kaybolacaktır. İçinde yaşadığımız günlerde bu açıkça görülmektedir. “Kayin’in yolunu” “Balam’ın hatası” izleyecektir. “Vay onların haline, çünkü Kayin’in yolundan gittiler. Kazanç için kendilerini Balam’ınkine benzer bir  yanılgıya kaptırdılar. Korah’ınkine benzer bir isyanda mahvoldular. Sevgi şölenlerinde sizin ile birlikte pervasızca yiyip içen bu kişiler birer kara lekedir. Onları sonsuza kadar sürecek koyu karanlık bekliyor.” Yahuda 13. “Dipsiz derinlikler” kötüleri yutmak için ağızlarını açacaklar ve onları bu koyu karanlık içinde hapsetmek için ağızlarını kapatacaklardır.

Bu satırların tam olarak onaylandığı önceki satırlarda gözlerimizi 5.bölümün içeriğine çevirebilir ve orada insanın zayıflığının ve ölümün egemenliğine boyun eğişinin aydınlatıcı kaydının içeriğini okuyabiliriz. İnsan yüzlerce yıl yaşayabilir ve kız ve erkek evlatlar dünyaya getirebilir, ama sonundaki kaydı her zaman “öldü” olacaktır. Ölüm Adem’den Musa’ya kadar hüküm sürmüştür. İnsanın ölümü bir kez olarak belirlenmiştir. İnsanoğlu bu durumun üstesinden gelemez. İcatları ile ya da zekasının herhangi yararlı bir sonucu ile günahın bu korkunç dikeni olan ölümden kendisini kurtaramaz. Kendi enerjisinin gücü ile ölüme olan mahkumiyetinden kurtulamaz; yaşamı için rahatlıklar ve lüksler üretebilse de ölüm karşısında yenik düşecektir.

Ama bu garip ve tehdit edici ölüm nereden gelmektedir? Bu sorunun yanıtını bize Pavlus yazmıştır: “Günah bir insan aracılığı ile ve ölüm de günah aracılığı ile dünyaya girdi.” Romalılar 5:12. Ölümün orijinini bu ayette görürüz. Ölüm günah aracılığı ile geldi. Günah yaratığı diri Tanrıya bağlayan hattı koparttı ve durum böyle olunca insan ölümün egemenliğine teslim edildi ve insanın bu boyunduruğu silkinip üzerinden atacağı gücü yok idi. Ve işte burada da gözlemlediğimiz gibi insanın Tanrı ile buluşmak için hiç bir gücü yok idi; burada bu gerçeğin pek çok kanıtlarından birini görüyoruz. Yaşam gücü dışında Tanrı ve insan arasında hiç bir paydaşlık mümkün olamaz. Ama insan ölümün gücü altındadır, bu yüzden doğal temeller üzerinde paydaşlık teşkil edilemez. Yaşam ölüm ile paydaşlık kuramaz, karanlık ışık ile paydaşlık kuramaz ya da kutsallığın günah ile paydaşlığı olamaz. İnsanın Tanrı ile tamamen farklı yepyeni bir alanda buluşması gerekir ve bu adı iman olan yeni bir ilke ile gerçekleşebilir. Ve bu iman kişinin “günaha tutsak” olduğu konumunun farkına varması için güçlü kılar, işte bu sayede insan ölüme mahkum iken aynı zamanda iman sayesinde Tanrının karakterini kavrayabilir, ölümün gücünün çok ötesinde bulunan yeni bir yaşamın farkına varabilir; bu yaşama düşman asla dokunamaz ve bu yaşam da Mesih’teki bizden asla geri alınmaz.

İmanlının yaşamının güvencesini kesin kılan dirilmiş ve yüceltilmiş Mesih’tir – bize karşı olabilecek her şeyin üzerinde zafer kazanmış olan yüce Mesih! Adem’in yaşamının temeli kendi itaati üzerinde idi; itaatsizlik ettiği zaman yaşamını kaybetti. Ama Mesih Kendisinde yaşam olduğu için ya da Kendisi Yaşam olduğu için bu dünyaya geldi ve insanın günahının tüm koşullarını mümkün olan her şekilde ölüme boyun eğerek ölümü yendi ve ölümün gücünü kırdı ve yok etti; dirilişi ile O’nun en üstün ad olan adına iman eden herkese yaşam ve doğruluk oldu.

Şimdi şeytan bu yaşamın ne kaynağına, ne kanalına, ne gücüne hiç bir şekilde dokunamaz, bu imkansızdır!

İşte bu nedenle bu harika yaşama yani Mesih’e sahip olan biri için yukarda belirtilen o korkunç karanlık sahne tamamen değişmiştir ve bunu bir anlamda şu sözler ile de ifade edebiliriz; “yaşamın ortasında ölümün içindeyiz.” Dirilmiş bir Mesih’in sunduğu halkı için ölüm hiç bir alanda mevcut değildir. Nasıl mevcut olabilir ki? Yaşam ölümü yutmadı mı? Yutulmuş olan ölüm aynı zamanda aynı kişiler için var olması imkansız bir şeydir. Çünkü Tanrının sözü bize yaşamın ölümü yuttuğunu söyler. Mesih ölüm sahnesini ortadan kaldırmıştır ve onun yerini yaşam ile doldurmuştur ve bu yüzden imanlının önünde bulunan ölüm değildir; ölüm sonsuza kadar imanlının arkasında kalmıştır, imanlının önünde yalnızca yücelik vardır. İmanlının geleceği bulutsuz yücelik ile, tam yücelik ile doludur. Evet, “İsa’da uyuyarak” uyuyacağı doğrudur- ancak bu asla ölüm değildir; “yaşamın ta kendisine kavuşmaktır.” Mesih ile birlikte olmak için bu dünyadan ayrılmak imanlının harika umudunu asla değiştiremez; imanlı sonsuza kadar O’nun ile birlikte ve O’nun gibi olmak üzere havada Mesih ile buluşacaktır.

Bu konu ile ilgili olarak Hanok örneğinde çok güzel bir açıklama vardır; Hanok Yaratılış 5.bölümdeki kural dışı olan tek kişiyi teşkil eder. Kural, “o öldü” dür ve istisna “o ölüm görmeyecek” tir. Hanok iman aracılığı ile ölümü tatmaması için yukarı alındı. Kimse onu bulamadı. Çünkü Tanrı onu yukarı almış idi. Yukarı alınmadan önce Tanrıyı hoşnut eden biri olduğuna tanıklık edildi.” İbraniler 11:5. Hanok “Adem’den sonra yedinci idi” . Ve ölümün yedinci üzerinde zafer kazanamadığını görmek çok ilginçtir. Ama bu olayda duruma Tanrı müdahale etti ve Hanok aracılığı ile Kendisinin ölümün tüm gücü üzerinde sahip olduğu görkemli zaferini sergiledi. Altı kez ard arda “öldü” cümlesini okuduktan sonra yedincinin ölmediğini okumak yüreği sevindirir. Ve bunun nasıl mümkün olduğunu sorduğumuz zaman alacağımız yanıt “iman sayesindedir.” Hanok yukarı alınana kadar iman ile yaşadı ve üç yüz altmış beş yıl boyunca Tanrı ile yürüdü. Bu özelliği pratik olarak kendisini çevredekilerden ayrı kıldı. Tanrı ile birlikte yürümek insanı bu dünyanın düşüncelerinin dışına çıkartmak için gereklidir. Hanok bunun farkına vardı, çünkü onun zamanında dünyanın ruhu sergileniyor idi ve sonra aynı zamanda şimdi olduğu gibi Tanrıdan olan her şeye karşı olmak gibi bir tutum mevcut idi. İman adamı bu dünya ile sabırlı bir tanık olmaktan başka hiç bir işi olmadığını hissetti; o Tanrının lütfu altında idi ve gelecek olan yargıdan korunuyor idi. Kayin’in oğulları enerjilerini lanetlenmiş bir dünyayı geliştirmek uğruna boşu boşuna harcayabilirler idi, ama Hanok daha iyi bir dünya buldu ve onun gücü içinde yaşadı. 3 Hanok’un imanı ona dünyayı geliştirmesi için değil ama Tanrı ile yürümesi için verildi.

Ve, ah! Şu üç sözcüğün içinde ne kadar da çok anlam yer almaktadır. “Tanrı ile yürüdü!” Dünyadan tam bir ayrılık ve kendini inkar etmek! Nasıl bir kutsallık ve nasıl bir ahlak saflığı! Nasıl bir lütuf ve nasıl bir yumuşak huyluluk, nasıl bir alçak gönüllülük ve şefkat! Ve yine de nasıl da gayretli bir enerji! Nasıl bir sabır ve tahammül! Ve yine de nasıl bir sadakat ve ödün vermeyen bir kararlılık! Tanrı ile yürümek aktif ya da pasif olsun tanrısal yaşamın içindeki her şeyi içermektedir. Buna Tanrının Kendisi hakkında yapmış olduğu açıklama da dahildir. Aynı zamanda O’nun ile içinde bulunduğumuz ilişkiyi de kapsar. Tanrı ile yürümek yalnızca kurallar ve düzenlemelerden oluşmaz. Eylem planları ya da şunun veya bunun koşulları da Tanrı ile yürüme konusuna dahil değildir. Tanrı ile yürümek bu söylenenlerin herhangi birinden ya da hepsinden çok daha fazlasıdır. Ayrıca Tanrı ile yürümek bizi bazen eğer Tanrı ile yürümüyorlar ise insanlar ve hatta kardeşlerimizin düşüncelerine karşı olan bir konuma dahi getirebilir. Bazen böyle davrandığımız zaman gereğinden fazlasını yapma sorumluluğunu da üstlenebiliriz. Bazı zamanlarda ise bu yüzden gereğinden daha azını yaptığımızı düşünebiliriz. Ama kişiyi Tanrı ile yürüme konusunda güçlendiren iman, aynı zamanda kişiyi uygun değerli düşünceler elde etme yararı da sağlar.

Böylece Habil ve Hanok’un imanın temel olarak dayandığı kurban hakkında en değerli düşünceye sahip olduklarını görüyoruz. Aynı zamanda umudun beklediği yücelik konusunda da bilgilerinin olduğunu anlıyoruz. “Tanrı ile yürümek” bu iki nokta arasındaki asıl yaşama ait tüm ayrıntıları içine alır. “Rab lütuf ve yücelik verecektir.” Ve var olan lütuf ve gelecek olan yücelik arasında şu mutluluk veren güvence yer alır. “Çünkü Rab Tanrı dürüstçe yaşayanlardan hiç bir iyiliği esirgemez.” Mezmur 84:11.

Bize kutsal yazılarda bildirilen şudur: “Çarmıh ve Rabbin gelişi kilisenin dünya üzerindeki varlığının sonunu teşkil edecek olan olaylardır ve bu son Habil’in sunduğu kurbanda ve Hanok’ın yukarı alınmasında ön örnek olarak ifade edilir. Kilise Mesih’in ölümü ve dirilişi aracılığı ile tamamen aklandığını bilir ve O’nun geleceği ve kendisini yukarı alacağı günü bekler. “Ama biz aklanmanın verdiği umudun gerçekleşmesini Ruh’a dayanarak iman ile bekliyoruz.” Galatyalılar 5:5. Kilise sahip olduğu doğruluk için beklememektedir; bu doğruluğa lütuf aracılığı ile zaten sahiptir, ama kendisine sunulmuş olan koşula uygun bir şekilde ait olan umudu beklemektedir.

Okuyucumun bu konu hakkında net bir bilgiye sahip olmayı istemesi gerekir. Peygamberliğe özgü gerçek ile ilgili bazı açıklamalar kilisenin özel yerini, payını ve umudunu görmedikleri için üzücü hatalar yapmışlardır. Kilisenin uygun ve tek umudu olan “parlak sabah yıldızı” çevresinde pek çok koyu bulutlar ve kalın sisler oluşturmuşlardır ki, şu anda pek çok kutsal “kanatlarındaki şifa ile yükselecek olan Doğruluk Güneşini” (Malaki 4), İsrail’in Tanrıdan korkan halkı üzerinde yükseleceğini göremez gibidirler. Hepsi bu kadar da değil. Mesih’in kilisesine görüneceği anın gerçekleşmesinden önce vuku bulacak olaylar ve koşullar ile ilgili verilen yanlış öğretişler nedeni ile pek çok imanlı Mesih’in ikinci gelişi hakkındaki umudun ahlaki gücünden yoksun bırakılmışlardır. Yahudilerin yenilenmesi, Nebukadnezzar heykelinin gelişimi, insana günahın açıklanması ve tüm bu şeylerin Mesih’in gelişinden önce yer alması gerektiği gibi bir sanı muhafaza edilmiştir. Bunun doğru olmadığı Yeni Antlaşma’da yer alan pek çok bölümden kanıtlanabilir.

Kilise aynı Hanok gibi etraftaki kötüden ve gelecek olan kötüden uzaklaştırılacaktır. Hanok dünyadaki kötülüğün arttığını görmeden yukarı alındı ve Tanrının yargısı dünyanın üzerine indi. Hanok “ne gökyüzünün pencerelerinin açıldığını gördü” ne de büyük ve derin su kaynaklarının fışkırdığını! Tüm bu olaylar olmadan önce Hanok yukarı alındı ve aynı durumu yaşayacak olan kişilere güzel bir örnek olarak iman gözü ile gören herkesin önündedir. “İşte size bir sır açıklıyorum. Hepimiz ölmeyeceğiz, son borazan çalınınca hepimiz bir anda göz açıp kapayana kadar değiştirileceğiz.” 1.Korintliler 15:51,52. Hanok’un umudu ölüm değil, yukarı alınmak idi ve elçi de kilisenin umudu hakkında şu kısa ifade ile açıklamada bulunur: “Göklerden gelecek olan Oğul’u bekleyeceğiz.” 1.Selanikliler 1:10. Bu ifadeyi her imanlı kolayca anlayabilir ve bu nedenle sevinç duyabilir. Bu gerçeğin gücü bir ölçüde tecrübe edilebilir ve gösterilebilir. İmanlı bu konu ile ilgili peygamberliği çok derinlemesine inceleyemeyebilir, ama Tanrıya övgüler olsun ki kilise olan o göksel bedenin bir üyesi olarak uygun ve haklı bir şekilde kendisine ait olan o göksel umudun yücelten ve ayrıcalıklı kılan değerini, gerçekliğini, huzurunu ve gücünü tadabilir; umut bulunduğu yerde ne kadar kutsal olur ise olsun yalnızca “Doğruluk Güneşini” değil, ama “parlak sabah yıldızını” görmektir. Vahiy 2:28. Nasıl doğal dünyada güneş doğmadan önce onun doğuşunu izleyenler sabah yıldızını görüyorlar ise aynı şekilde Mesih de sabah yıldızı olarak İsrail’in geri kalan halkı Güneş’in ışınlarını göremeden önce Kilise tarafından görülecektir.


1. Kayin tarafından kullanılan “byaphethenai” sözcüğünün aynısının Mezmur 32:1 ayetinde de kullanıldığını görürüz; “suçu Rab tarafından sayılmayana= bağışlanana”.

2. Rabbin tüm bu şeyleri Kendi lütufkar amaçlarını kullanmak için uyguladığı doğrudur. Ve aynı zamanda Rabbin hizmetkarı da onları özgür bir şekilde kullanabilir ama bu durum onları ortaya çıkaran ve özelliklerini veren ruhu görmemize engel olmaz.

3. Burada aşikar olarak belirtilen şudur; Hanok “her iki dünyanın da tadını çıkartmak” hakkında hiç bir şey bilmiyor idi. Hanok için var olan dünya tek idi. Aynı şeyin bizler için de geçerli olması gerekir.