Bölüm 2

Musa’nın Doğumu

Mısır’dan Çıkış 2

İlgi çekici pek çok konu ile dolu olan bu bölüm, İbraniler 11. bölümde temel olaylarından söz edilen tanrısal yorum aracılığı ile ruhsal zihinler için daha da çekici hale getirilir. Burada, eylemlerin insan yönünün sade bir anlatımı kayıtlıdır; orada ise daha çok eylemlerin Tanrı yönü ya da Tanrı’nın, Halkı’nı biçimlendirme değeri kaydedilmiştir. İşte yalnızca bu yüzden bu iki görünümün birleşimi aracılığı ile bu şekilde meydana getirilen eğitimi sabır ile seçip ayırabiliriz. Beytlehem’deki kutsanmış Rabbimizin doğumu ile buradaki olay aynıdır, Armam ve Yokevet ya da çevrelerindeki dünya, oğullarının doğumunun öneminin tam olarak farkında değildi. Tanrı, her zaman bu şekilde çalışır, amaçları ile ilgili temeli sessizce atar, karar vermeden önce, harekete geçeceği ana kadar araçlarını hazırlar ve sonra dünyaya Varlığı’nı gösterirken Kolunu sıvar ve gücünü sergiler.

Ama bizim şimdi bölümün olaylarını sıra ile izlememiz gerekiyor. “Levili bir adam kendi oymağından bir kız ile evlendi. Kadın gebe kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu. Güzel bir çocuk olduğunu görünce onu üç ay gizledi.” (1,2. ayetler) Bu doğal olay ne kadar sade bir güzelliğe sahip! Ve bizler bu Yahudi annenin duygularının aynısını ne kadar yakından hissedebiliriz! Kral, doğan her erkek çocuğun nehre atılmasını buyurmuştu (Mısır’dan Çıkış 1:22); ama hangi annenin yüreği çocuğunu ölüme teslim etmeye razı olabilirdi? Yüreğindeki her duygu bu tür bir davranışa isyan edecekti. Ama, çok yazık! Bu zalim kral, amansız bir buyruk vermişti; ve bu yoksul, zayıf ve aşağılanan bir ırkın güçsüz kadını mutlak bir kraliyet iradesine nasıl karşı koyabilirdi? Yeni Antlaşma’da, esinlenmiş olan şu yoruma bakalım: “Musa doğduğu zaman annesi ile babası, onu imanla üç ay gizlediler. Çünkü çocuğun güzel olduğunu gördüler ve kralın fermanından korkmadılar.” (İbraniler 11:23) Yersel egemenlerine sadakat borçlu olmaları doğru idi, ama aynı zamanda rablerin Rabbine de sadakat borçlu idiler ve O’na güvendikleri için kralın buyruğunun verdiği korkunun üstüne çıkarıldılar ve Tanrı’nın onlara verdiği çocuklarını üç ay gizlediler. Tanrı’ya güvendiler ve zihinleri karışmadı; çünkü O, Kendisine güvenenlerin hiç birini terk etmez, asla bırakmaz. Bu davranış, imanın en çok kutsanmış bir eylemidir, - ve iki şekilde olur. Gözlerini Tanrı’ya dikerek kralın kötü buyruğuna itaatsizlik etmeye cesaret ettiler ve bu davranışlarının sonucundan korkmadılar. Daha sonraki bir dönemde yaşayan Şadrak, Meşak, Abed-Nego gibi, kulluk ettikleri Tanrı’nın, kendilerini kralın elinden kurtaracağına inandılar (Daniel 3:16,17). Bu dünyanın egemenleri, iman uygulaması aracılığı ile Tanrı’yla bağlantıları olan kişilerin önünde güçsüzdürler.

Ama her şeye rağmen, bu “uygun çocuğun daha fazla gizlenemeyeceği” bir zaman geldi (ayet 3); Tanrı’nın düşmanının, Tanrı’nın halkının karşısındaki uyanıklığı artarak ortaya çıktı. Ama iman kaynaklarında asla eksiklik yoktur. Bu ifade ile uyumlu olarak, “çocuğun annesi hasır bir sepet alıp katran ve zift ile sıvadı. İçine çocuğu yerleştirip Nil nehri kıyısındaki sazlığa bıraktı.Çocuğun ablası, kardeşine ne olacağını görmek için uzaktan gözlüyordu.” (3,4.ayetler) İshak ve Samuel için olan, aynı şekilde Musa için de geçerliydi. En azından mecazi anlamda bile olsa ölümün bilinmesi gerekliydi; çocuğun Tanrı’nın hizmetinde bir araç olabilmesi için önce, ölüm hem anne babası hem de çocukları tarafından bilinmeliydi. Bu konu, bu bağlamda, fazlası ile dikkat çekicidir; burada sandık (sepet) için kullanılan sözcük, Kutsal Yazılar’da, Nuh ve evinin tufanda taşındıkları sandık sözcüğünün dışında hiç bir yerde kullanılmaz. Başka bir benzerlik daha mevcuttur. Nuh’un sandığı içerden zift ile sıvalıydı ve dışarıda zift yoktu. Yokevet, bu sandığı katran ve zift ile sıvadı. Nuh, tanrısal yönlendirme ile hareket etti ve bu yüzden orada zift olarak kullanılan sözcük aynı zamanda bir kefaret (Mısır’dan Çıkış 30:12; Eyüp 33:24) anlamına da gelir; yargının sularından kurtulmak için bir kefaretin bulunması gerektiği ile ilgili gerçeği üstü örtülü olarak ima eder. Ancak bu İbrani anne farklı türde bir zift kullandı ve bu nedenle tam gerçeği bilmedi – ama yine de bu davranışı ile kurtarılma ihtiyacını ifade etti, imanı buna sahipti ve böylece onun hasır sepetten sandığı, içindeki değerli yükü ile, bu ölüm nehrinin üzerindeki sazlıklar arasında güvenlik içinde yüzdü. Bu olayda belki tanrısal bir zeka yer almamıştı, ama gerçek iman mevcuttu ve bu iman Tanrı’nın yüreğinde her zaman bir karşılık bulur. Aynı zamanda, annenin değil de ablanın konu ile ilgilendiğine dikkat edin. Bu olay, insani bir zemin üzerinde kolayca açıklanabilirdi, ama bunun başka bir çözümü yok mudur? Anne inandı ve bunun sonucu olarak huzur içinde dinlenebildi; kendi yaşamından daha değerli olan çocuğunun nehrin üzerinde kalmasından rahatsızlık duymadı. Aynı şekilde Lazarus’un kız kardeşi Meryem de yücelik Rabbinin yattığı mezarda bulunmadı, çünkü O’nun ölümündeki gizemi kavramıştı. (Yuhanna 12:7)

Şimdi Tanrı’nın, Halkının imanına karşılık olarak nasıl hareket ettiği üzerinde düşünmeye geçelim. “O sırada firavunun kızı yıkanmak için ırmağa indi. Hizmetçileri ırmak kıyısında yürüyorlardı. Sazların arasındaki sepeti görünce, firavunun kızı onu getirmesi için hizmetçisini gönderdi.” (ayet 5) Tanrı’nın, bu olayın arkasında her şeyi kendi yüceliği için düzenlediğini görmek, çok güzel ve eğiticidir. Firavunun kızı kendi eğilimine ve keyfine göre hareket ediyordu ve tanrısal iradenin bir aracısı olduğunu bilmiyordu. Ancak her şey – yıkanmak için nehre inmesi, bunu yapmak için seçtiği zaman – Tanrı’nın, Halkının kurtarıcısı olacak olan çocuk hakkındaki amacı ile uyum içindeydi. Yine bu uyuma uygun olarak, sepeti gördü, yanına getirtti, açtı ve çocuğu gördü; “sepeti açtığında çocuk ağlıyordu.” (ayet 6) Bebeğin göz yaşlarının bile amacı vardı ve boşuna dökülmemişlerdi; bu .göz yaşları kraliyet soyundan gelen kadının şefkat duygularını harekete geçirdiler. Bebeğin, gizlenen bir bebek olduğunu anlayarak: “Bu bir İbrani çocuğu” derken, çocuğa acıyordu. (ayet 6) Bebek kardeşinin başına neler gelebileceğini görmek için kaygı içinde olanları izleyen abla, bu kritik anda bir bilgelik sözü alarak şöyle dedi: “Gidip bir İbrani sütnine çağırayım mı? Senin için bebeği emzirsin.” Firavunun kızı, “Olur” diye yanıtladı, “git, çağır.” Ve kız gidip çocuğun annesini çağırdı. (7,8.ayetler) Mısır kralının buyruğu üzerine nehre bırakılmış olan bebek Musa, böylece Firavunun kızının koruması altında annesine kavuştu. Ve büyüyene kadar orada kaldı ve sonra Yokevet, “onu firavunun kızına geri getirdi ve firavunun kızı çocuğu evlat edindi “Onu sudan çıkardım” diyerek adını Musa koydu.” (ayet 10) Musa’nın adı bile onu ölümden kurtarmış, egemen lütfu ve sevgisi ile yargı sularından dışarı çıkartmış Olan’ın gücünü ilan ediyordu. Böylece, Tanrı’nın, Halkını kurtarması için seçip belirlediği, Tanrı’nın, Halkı ile yaptığı antlaşmanın aracısı olmak üzere seçtiği kişi Firavun’un sarayının çatısı altında korunmaya alındı.

Bu dönem boyunca “Musa, Mısırlıların bütün bilim dallarında eğitildi. Gerek sözde, gerek eylemde güçlü biri oldu.” (Elçilerin İşleri 7:22)

Şimdi burada bize Musa’nın yaşamının başka bir dönemi sunulur. On birinci ayette ve onu izleyen ayetlerde bize tanımlanan olay meydana gelmeden önce kırk yıl geçmiştir. “Musa büyüdükten sonra bir gün soydaşlarının yanına gitti. Yaptıkları ağır işleri seyrederken bir Mısırlı’nın bir İbrani’yi dövdüğünü gördü. Çevresine göz gezdirdi; kimse olmadığını anladığı zaman, Mısırlı’yı öldürüp kuma gizledi. Ertesi gün gittiğinde, iki İbrani’nin kavga ettiğini gördü. Haksız olana, “Niçin kardeşini dövüyorsun” diye sordu. Adam, “Kim seni başımıza yönetici ve yargıç atadı?” diye yanıtladı. “Mısırlı’yı öldürdüğün gibi beni de mi öldürmek istiyorsun?” dedi. O zaman Musa korkarak, “Bu iş ortaya çıkmış!” diye düşündü. Firavun olayı duyunca Musa’yı öldürtmek istedi. Ancak Musa ondan kaçıp Midyan yöresine gitti ve bir kuyunun başında oturdu.” (11-15 ayetler; aynı zamanda bakınız Elçilerin İşleri 7:23) Bu öyküyü okurken şöyle bir varsayımda bulunabiliriz: Musa’nın Mısırlı’yı öldürme eylemi, yapılan adaletsizlik karşısında cömert bir yüreğin hissettikleri ve bunun sonucunda verdiği bir tepkinin ötesinde bir şey değildi; intikam almak için duruma müdahale etmişti. Ama Tanrı’nın Ruh’u bu eylemi nasıl yorumladı? “Musa büyüyünce iman sayesinde firavunun kızının oğlu olarak tanınmayı reddetti. Bir süre için günahın sefasını sürmektense, Tanrı’nın halkı ile birlikte baskı görmeyi tercih etti. Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır hazinelerinden daha büyük zenginlik saydı. Çünkü alacağı ödülü düşünüyordu. Kralın öfkesinden korkmadan imanla Mısır’dan ayrıldı. Görünmez Olan’ı görür gibi dayandı. “(İbraniler 11:24-27)

Ama her şeye rağmen kendimizi korumamız gereken bir şey var: Tanrı’nın Ruhu’nun Mısır’dan Çıkış’ta kayıtlı olan tüm bu anlatımları onayladığı sonucuna varmaktan özenle kaçınmalıyız. Musa’nın benliğin enerjisi ile hareket ettiğine dair hiç bir kuşku yok. Ama şimdiye kadar kendi hiçliğini ve yetersizliğini henüz öğrenmemiş olmasına rağmen, yine de Tanrı için hareket etmeyi arzu etti. Ve Musa’nın Tanrı’nın önündeki eylemlerinin gerçek karakterini İbraniler mektubundan öğreniyoruz. Bir hata yapıldığı aşikardır, ama bu hata bir iman adamının hatası idi; bu iman adamının eylemleri Tanrı’nın gözünde değerli idi, çünkü doğal adamı ayartabilecek her şeyi reddetmek ve kendisini Tanrı’nın halkını ilgilendiren konular ile özdeşleştirmek için iman uygulaması ile ilgili olarak yetersizdi. Ancak Musa’nın yaşamındaki bu dönem daha özel bir dikkat gerektirir. Öncelikle, firavunun kızı olarak tanınmayı reddetmesi iman sayesinde oldu. Musa’nın böylesine görkemli bir konumdan vazgeçmesine sebep olabilecek başka hangi neden olabilirdi? Bunun yanı sıra böyle bir konuma insanı şaşırtan bir takdiri ilahi ile getirilmişti. Bu yüzden bu konumda kalması gerekmez miydi ve bu konum ile bağlantılı olan etkinliğini, aşağılanan kardeşleri yararına kullanması doğru olmaz mıydı? Üstünlük sağlayan böyle bir alandan vazgeçmek için ilahi takdirden kaçmak? Oysa ulusunun yararı uğruna tüm sarayı etkilemeyi garantileme konusunda başarılı olabilirdi. Ama genellikle dikkatlerin çekildiği bir konu olan İlahi Takdir, imana yönlendiren bir rehber değildir. İman, göz ile görülmeyen şeyler ile ilgilidir ve bu yüzden ilahi takdir ile ilgili olaylar ve koşullardan çıkartılacak sonuçlar ile çok ender olarak fikir birliği yapar. Hayır; bu dünyanın tanrısının (Firavun) etkisi, Rabbin halkının kurtarılması için hiç bir zaman kullanılamaz. Ve iman, bununla asla sığınak bulmaz ya da özdeşleştirilmez. İmanın nesnesi Tanrı’dır ve bu yüzden Tanrı’ya ait olan ile özdeşleştirilmesi ve Tanrı’ya karşı olan her şeye düşman olması gerekir. Bir başka kişinin dediği gibi, “Musa’yı, bulunduğu konumda kalması için teşvik eden ne kadar çok neden mevcut idi ve halkı için daha fazla şeyler yapabilme bahanesi altında bile konumundan vazgeçmeyebilirdi. Ama eğer bu şekilde davransaydı, bu, halk ve Tanrı arasındaki bağın farkına varması gerekirken bunu yapmayıp firavun’un gücüne dayanacağı anlamına gelirdi. O zaman bu durum, Tanrı’nın sevgisi ve gücü ile tamamlanmış olan Tanrı’nın sağladığı bir kurtarış ile değil, dünyanın ihsan ettiği bir özgürlük ile sonuçlanabilirdi. Musa böylelikle kendisini pek çok sıkıntıdan korumuş olurdu, ama gerçek görkemini de kaybetmiş olurdu. Firavunun gururu okşanmış olurdu, ve Tanrı’nın halkı üzerindeki yetkisinin farkına varırdı; ve Tanrı’nın, halkı ile olan değerli ve hatta görkemli ilişkisinin farkına varmak yerine firavunun gücüne dayanan İsrail, tutsaklık konumunda kalırdı. Tanrı, yüceltilmiş olmazdı; yine de tüm insan mantığı ve ilahi takdir ile ilgili yollar hakkındaki tüm muhakeme, Musa’yı, sahip olduğu konumda kalması için teşvik etmekteydi. Konumundan vazgeçmesine neden olan, iman idi.” Musa, konumundan vazgeçmekle, Tanrı’nın halkı ile birlikte sıkıntı çekmeyi tercih ettiğini gösterdi. Halkı ile özdeşleşmek, onun sadık yüreği için günahın zevklerinden daha çekici idi. Çünkü iman, her şeye Tanrı’nın varlığının ışığında bakar. Evet, Musa daha da yukarı çıktı; Mesih uğruna aşağılanmayı Mısır’ın hazinelerinden – İsrail ile özdeşleştiği için aşağılanması – daha büyük zenginlik saydı. Çünkü alacağı ödülün karşılığına saygı duyuyordu. İman, böylelikle, görünmeyende olduğu kadar gelecekte de yaşar. İman, ümit edilen şeylere güven duymaktır. Umut edilen şeylerin güvencesidir ve görünmeyen şeylerin varlığından emin olmaktır; bu yüzden iman, Musa’nın yüreğini ve yolunu yönetti ve kontrol etti.

O zaman, “Soydaşlarının yanına gidip yaptıkları ağır işleri seyrederken” onu harekete geçiren, iman idi. (ayet 11) Ve hatta “soydaşlarından birine haksızlık edildiğini görerek onu savundu ve soydaşını döven Mısırlı’yı öldürerek ezilenin öcünü aldığı” zaman, “kardeşlerinin, Tanrı’nın, onun aracılığı ile kendilerini kurtaracağını anlayacaklarını” tahmin ediyordu.” (Elçilerin İşleri 7:24,25) Ve tahmin ettiği gibi olacaktı, ama henüz bunun zamanı gelmemişti. Musa’nın imanı, Tanrı’nın gözünde değerli olmasına rağmen, Tanrı onu henüz görevlendiremezdi. Aynı Petrus’un, yüreğindeki sevgi ne kadar büyük olur ise olsun, doğal enerji ile Mesih’i izleyemeyeceğini öğrenmesinin gerektiği gibi (Yuhanna 13:36), bu nedenle Musa’ya şu gerçeğin öğretilmesi gerekiyordu: İsrail’in kurtarılmasında Tanrı’nın gücünün dışında hiç bir silah görevlendirilemezdi. Bu nedenle, ertesi gün yine aynı yere gittiği ve iki İbrani’nin kavga ettiğini gördüğü zaman, onları barıştırmak istedi, ama Mısırlı’yı öldürmesi ile ilgili iğneli sözler işitti ve iki soydaşı tarafından reddedildi. ( 13,14. ayetler) Musa’nın ne yaptığını firavun da duymuştu ve Musa’yı öldürtmek istedi. Musa böylece, hem kardeşleri tarafından reddedildi, hem de dünya tarafından kendisine zulmedildi.

Bu noktadan itibaren Musa, reddedilişi nedeni ile Mesih’in bir örneği haline gelir; çünkü sevdiği kişiler tarafından reddedilir ve kaçmak zorunda kaldığından kardeşlerinden ayrı kalır. “İman ile Mısır’dan ayrıldı. Görünmez Olan’ı görür gibi dayandı.” Musa iman yolunun kendisini çölde yaşayan yabancı bir halkın arasına yönlendirmesine rağmen, iman yolunu izlemeye devam etti. Ama Tanrı Hizmetkarına bir yuva sağladı ve ona Yitro’nun (Reuel) kızlarından birini eş olarak verdi. Böylelikle Sippora mecazi anlamda kilisenin bir örneği oldu, çünkü Musa’nın İsrail tarafından reddedilişi sırasında Sippora Musa ile ortak oldu. Ama Musa’nın yüreğinin hala halkı ile birlikte olduğu görülür ve Musa bundan dolayı doğan erkek çocuğuna Gerşom adını verdi ve şöyle dedi: “ Ben bu yabancı ülkede bir garibim.”(ayet 22) Öte yandan Yusuf, oğullarına, Manaşşe – “çünkü Tanrı çektiğim tüm sıkıntıyı ve baba evimi unutmamı sağladı;” ve Efrayim – “çünkü Tanrı sıkıntı çektiğim ülkede beni verimli kıldı” – adlarını verdi. Buradaki karşılaştırma çok eğiticidir ve Yusuf ve Musa’nın hangi özel görünümler aracılığı ile Mesih’in örnekleri olduklarını gösterir. Eğer Yusuf bizim için ölümü aracılığı ile tahtın sağ tarafına Ulusların üzerindeki bir konuma yükseltilen Mesih’i temsil ediyor ise, ve bu yüzden Kendisini açıklıyor ve Kardeşlerini kabul ediyor ise, Musa bizim için Mesih’i, İsrail’in Kurtarıcısı olarak daha yegane bir şekilde temsil etmektedir. Ve bundan dolayı reddediliş zamanı sırasında evlenmesine rağmen, ve böylelikle Mesih’in kilise dışında bir tür örneği olurken, yüreği hala İsrail halkı ile birliktedir ve bu nedenle Musa yabancı bir ülkede bir gariptir.

Son üç ayet önümüze halkın içinde bulunduğu koşulları koyar ve aynı zamanda Tanrı’nın sadakatini ve sevgisini açıklar. Bu konular aslında bir sonraki bölüme ait olan konulardır.

Bu bir kaç sözcük ile temeli attıktan sonra, şimdi bir sonraki olaya bakalım ve Tanrı’nın Musa ile nasıl ilgilendiğini görelim.