Yasa’nın Tekrarı 4

“Şimdi, ey İsrail, size öğrettiğim kurallara ve ilkelere kulak verin. Yaşamak, ülkeye girmek ve atalarınızın Tanrısı Rabbin size vereceği toprakları mülk edinmek için bunlara uyun.” Yasa’nın Tekrarı 4:1.

Üsküdar'ın liman
Üsküdar'ın liman

Burada önümüzde, ayrıcalıklı bir şekilde Yasa’nın Tekrarı kitabının kendine özgü özelliklerini göreceğiz. “Kulak verin” ve “yapın”, öyle ki “yaşayasınız” ve “mülk edinesiniz”. Bu ifade evrensel ve kalıcı bir ilkeyi dile getirmektedir. Bu, İsrail için geçerli idi ve aynı şekilde bizim için de geçerlidir. Yaşama götüren yol ve mülk edinmenin gerçek sırrı Tanrının kutsal buyruklarına sade bir şekilde itaat etmektir. Bu konuyu esin ile yazılmış kitabın başından sonuna kadar her yerde görürüz. Tanrı bize sözünü, onun üzerinde tartışmak için değil, ona itaat edelim diye vermiştir. Ve biz lütuf ve Rab İsa’nın mükemmel itaati aracılığı ile Babamızın söz ve yargılarına içten ve mutlu bir şekilde itaat etmeye boyun eğeriz. Öyle ki, yaşamın parlak yolunda yürüyelim ve Tanrının Mesih’te bizim için sağlamış olduğu hazinelerin tümünün gerçekliğini tecrübe edebilelim. “Kim buyruklarımı bilir ve yerine getirir ise işte beni seven O’dur. Beni seveni Babam da sevecektir. Ben de onu seveceğim ve kendimi ona göstereceğim.” Yuhanna 14: 21.

Bu sözler ne kadar da değerli! Gerçekten de söz ile ifade edilemeyecek kadar değerli. Burada oldukça garip bir noktaya yer verilmiştir. Burada sözü edilen ayrıcalığın tüm imanlılar tarafından tadının çıkarıldığını düşünecek olur isek bu düşüncemiz çok ciddi bir hata olacaktır. Her imanlı sahip olduğu bu ayrıcalığın tadını çıkarmaz. Bu ayrıcalığın tadını ancak Rabbimiz İsa Mesih’in buyruklarına sevgi ile itaat eden ve onlara boyun eğen kişiler çıkartırlar. Bu ayrıcalık her imanlının elinin altındadır, ama hepsi bunun tadını çıkarmazlar, çünkü hepsi itaat etmezler. Bir çocuk olmak bir şeydir, ama Rabbi sevmek ve O’nun değerli buyruklarından zevk almak başka bir şeydir.

Aile çevrelerimizde aynı konunun sürekli olarak resmedildiğini görebiliriz. Örneğin, bir ailede iki oğul olduğunu düşünelim ve bunlardan biri kendisini hoşnut etmeyi, kendi isteğini yerine getirmeyi ve kendi arzularının gerçekleşmesini düşünür. Babasının toplumunda iken hoşnutluk duymaz; babasının isteklerini yerine getirmek için hiç bir zahmete girmez. Ve babasının düşüncesi hakkında hemen hemen hiç bir fikri yoktur. Ve bildiği şeyleri de ya ihmal eder ve yerine getirmez ya da küçük görür. Babası ile olan ilişkisi sayesinde kendisi için gerçekleşen tüm bereketlerden yararlanmak için yeterince hazırdır; babasından giysiler, kitaplar ve para – kısaca babasının verdiği her şeyi almak için yeterince hazırdır. Ama en küçük meselelerde dahi onun isteğine sevecen bir dikkat aracılığı ile yürekten itaat etmenin ardından asla gitmez. Diğer oğul ise tüm bu konularda ondan tamamen farklıdır. Babası ile birlikte olmaktan zevk alır; babasının toplumunu sever, babasının yollarını sever; babasının sözlerini sever. Ve sürekli olarak babası tarafından kabul edileceğini bildiği bir şeyi yapmak ister ve babasının isteklerini yerine getirmek için fırsat kollar. Babasını onun verdiği armağanları için değil ama kendisi için sever ve babası ile paydaşlıkta bulunmak ve onun isteğini yerine getirmek bu oğul için en büyük zevktir.

Şimdi, bu babanın her iki oğluna karşı ne kadar farklı hissedeceğini görme konusunda bir güçlük ile karşılaşmamız mümkün mü? Evet, her ikisi de onun evlatlarıdırlar ve baba her ikisini de kendisi ile olan ilişkileri temelinde sever. Ancak her ikisini de evlatları olarak sevmesinin yanı sıra baba itaat eden oğlunu gönül rahatlığı içinde sever. Bir babanın hırslı, kendi çıkarlarını düşünen ve özensiz bir oğulun yanında gönül rahatlığı içinde olması imkansızdır. Böyle bir oğul babanın düşüncelerini çok meşgul edebilir; bu oğlunu düşünerek pek çok gecesini uykusuz geçirebilir. Ve onun için dua edebilir. Ama oğlunun tavrı babanın gözünde kabul edilebilir değildir. Baba böyle bir oğula güvenmez; böyle bir oğul onun düşüncelerinin öğütçüsü olamaz.

Tüm bunlar, Göksel Babamızın ve Rabbimiz İsa Mesih’in yüreğinde kabul edilebilir olmayı gerçekten yürekten arzu eden kişilerin bu konu üzerinde ciddi olarak düşünmelerini talep eder. Tanrının itaatin değerini bildiğinden emin olarak huzurlu olabiliriz. Ve “O’nun buyrukları keder verici değildir.” Hayır, O’nun buyrukları O’nun sevgisinin tatlı ve değerli ifadeleri ve bizim ile içinde bulunduğu ilişkinin ürünü ve kanıtıdırlar. Ve yalnızca bu kadar da değil, O, bizim itaatimizi lütufkar bir şekilde ödüllendirir ve Kendisini ve içimizde konut kurmuş olduğunu canlarımıza daha dolu bir şekilde gösterir. Bu gerçek, tam doluluğu ve güzelliği ile Rabbimizin Yahuda’ya – Yahuda İskariyot değil! – verdiği şu yanıtta görülür ve biz Yahuda’ya bu soruyu sorduğu için müteşekkiriz. “ ‘Ya Rab, nasıl olur da kendini dünyaya göstermeyip bize göstereceksin?’ diye sordu. İsa ona şu karşılığı verdi: ‘Beni seven sözüme uyar, Babam da onu sever. Biz de ona gelir ve onunla birlikte yaşarız.” (Yuhanna 14:22-23.)

Burada bize öğretilen şudur: mesele, “dünya” ve “bizim” aramızdaki mesele değildir; çünkü dünya hem tanrı ile ilişkiyi hem de itaati bilmez, bu yüzden Rabbimizin sözlerinden hiç bir şekilde hoşlanmaz. Dünya Mesih’ten nefret eder, çünkü O’nu tanımaz. Dünyanın söylediği şudur: “Bizden uzak dur; çünkü biz senin yollarını bilmeyi arzu etmiyoruz.” “Biz bu adamın üzerimizde egemenlik sürmesine izin vermeyeceğiz.”

İşte dünya böyledir; uygarlık tarafından cilalanmış ve ağız ile ikrarda bulunan Hristiyanlık aracılığı ile yaldızlanmış dahi olsa böyledir. Tüm bu yaldızın ve tüm bu cilanın altında Mesih’in Kişiliği ve yetkisine karşı çok derinlere yerleşmiş olan bir nefret mevcuttur. O’nun kutsal ve eşsiz adı, en azından vaftiz olmuş Hristiyanlık aracılığı ile dünya dinine eklenmiştir, ama dindar iman ikrarlarının arkasında kalın ve koyu renkte bir perde bulunur. Ve oo perdenin arkasında Tanrıya ve O’nun Mesihi’ne düşman olan bir yürek pusuya yatmış olarak gizlenmektedir.

Ama Rabbimiz Yuhanna müjdesinin 14.bölümünde dünyadan söz etmez; “Kendisine ait olanlardan” söz etmektedir. Eğer Kendisini dünyaya göstermesi gerekse idi o zaman göstereceği yalnızca yargı ve sonsuz yıkım olur idi. Ama O’nun adına övgüler olsun ki, O, Kendisine ait olan itaatkar çocuklarına O’nun buyruklarını bilen ve yerine getirenlere Kendisini gösterir ve O’nu sevenleri ve sözünü yerine getirenleri korur.

Ve şimdi okuyucun tam olarak anlamasını istediğimiz şey şudur: Rabbimiz buyruklarından, sözlerinden ve anlattıklarından bahseder iken kast ettiği on buyruk ya da Musa’nın yasası değildir. Hiç kuşkusuz bu on buyruk kutsal yazıların, esin ile yazılmış ayetlerin bir bölümünü oluşturur. Ama Musa’nın yasası ile Mesih’in buyruklarını bir araya getirmek her şeyi tamamen alt üst etmek olur. Yahudiliği Hristiyanlık ile ve yasayı lütuf ile bir araya getirmek olur. Bu ikisi iki şey birbirinden ne kadar farklı olabilecek ise o kadar farklıdır. Ve bu fark, Tanrının zihninin akışı içinde bulunan herkes tarafından böyle kabul edilmelidir.

Biz bazen sözcüklerin yalnızca sesi ile hareket ederiz ve bu yüzden “buyruklar” sözcüğü ile karşılaştığımız zaman, hemen bu sözün Musa’nın yasasına işaret etmesi gerektiğini düşünürüz. Ama bu düşünce çok büyük ve tehlikeli bir hataya neden olabilir. Eğer okuyucunun bu konuda net ve temele sahip bir anlayışı yok ise o zaman bu kitabı kapatsın ve Romalılara Mektup kitabının ilk sekiz bölümüne ve Galatyalılara Mektup kitabının tamamına geri dönsün ve onları sakin bir şekilde Tanrının huzurunda imiş gibi dua ederek okusun ve okur iken zihnini tüm teolojik düşüncelerden özgür tutsun ve düşüncelerini önceki dindar eğitimin etkisi altında bırakmasın. Okucunun orada tam ve net bir şekilde öğreneceği şudur: Hristiyan hiç bir şekilde yaşam, doğruluk, kutsallık, yürüyüş ya da herhangi başka bir konuda yasa ya da bunun gibi başka bir obje altında değildir. Kısaca özetleyecek olur isek tüm Yeni antlaşmanın öğretişi çok kesin bir şekilde Hristiyanın yasa altında olmadığını, dünyadan olmadığını, benlikte olmadığını ve günahlarının içinde bulunmadığını ifade eden bir temle üzerine kuruludur. Tüm bunların sağlam zemini İsa Mesih’te sahip olduğumuz tamamlanmış kurtuluştur; Mesih’te Kutsal Ruh tarafından mühürlendik ve bu şekilde ayrılması ya da çözülmesi imkansız bir şekilde dirilmiş ve yüceltilmiş Mesih ile birleştik ve ayrılamaz bir şekilde O’nun ile özdeşleştik. Öyle ki, elçi Yuhanna tüm imanlılar ile Tanrının tüm sevgili çocukları ile ilgili olarak şu sözleri yazabilsin. “Mesih nasıl ise biz de bu dünyada öyleyiz. Bu ifade kutsal yazılar aracılığı ile yönetilmeye razı olan herkes için tüm meseleyi çözüme kavuşturur. Ve buna karşı yapılacak olan tüm tartışmalar yarar sağlamadığı gibi durumu daha da kötü hale getirecektir.

“Buyruklar” sözcüğü ile ilgili ortaya çıkabilecek olan herhangi bir yanlış anlama güçlüğünü açıklamak için bölümdeki asıl konumuzun dışına çıktık. Okuyucu, Yuhanna 14.bölümde sözü edilen buyrukları Musa’nın Mısır’dan Çıkış 20.bölümdeki buyrukları ile aynı görme eğilimine karşı kendisini özenle korumalıdır. Ve biz saygı ile söylüyorum, Mısır’dan Çıkış 20.bölümün Yuhanna 14.bölüm gibi gerçekten esin ile yazılmış olduğuna inanıyoruz. Ve şimdi, daha önce bizi meşgul eden konuya geri döndüğümüze göre okuyucudan birkaç dakika için Tanrının itaat eden ve itaat etmeyen çocukları arasındaki farkı çok çarpıcı bir şekilde resmeden esin ile yazılmış bir öykünün içeriğine bakmasını isteyeceğiz. Okuyucu bu öyküyü Yaratılış kitabının 18 ve 19.bölümlerinde bulacaktır. Bu öykü, ifade edilemeyecek kadar eğitici, yön verici ve ilginç bir uygulama sunan derin bir çalışma içerir. Daha önce “Yaratılış Kitabı Hakkında Notlar” da ayrıntılı olarak değindiğimiz için şimdi bu öykü üzerinde fazla uzun durmayacağız ama okuyucuya yalnızca şunu hatırlatmak istedik; Yaratılış kitabındaki bu iki bölümde Tanrının iki kutsalının öyküsü yer almaktadır. Lut da aynı İbrahim gibi Tanrının bir çocuğu idi. Lut’un da aynı İbrahim gibi  “ruhları yetkin kılınmış kişiler” arasında yer aldığına dair hiç bir kuşkumuz yok. Bizim düşüncemize göre bu konu sorgulanamaz; esin ile yazmış olan elçi Petrus da bize aynı şeyi söyler: “Çünkü onların arasında yaşayan bu doğru adam [Lut] görüp işittiği yasa tanımaz davranışlar yüzünden doğru yüreğinde her gün ıstırap çeker idi.” 2.Petrus 2:8.

Ama şimdi bu iki adam arasındaki büyük farklılığa dikkat edin! Rabbin Kendisi İbrahim’i ziyaret etti, onun ile birlikte oturdu ve onun konukseverliğine paydaş oldu. Bu, gerçekten de çok yüce bir onur ve çok ender görülen bir ayrıcalık idi- Lut bu tür bir ayrıcalıktan haberdar değil idi, o böyle bir ayrıcalığı hiç bir zaman elde etmemiş idi. Lut Sodom’da iken Rab onu asla ziyaret etmedi; yalnızca meleklerini, gücünün hizmetkarlarını ve yönetiminin aracılarını gönderdi ve onlar bile önce Lut’un evine girmeyi ya da Lut’un sunduğu konukseverliği kabul etmeyi kesin bir şekilde reddettiler. Verdikleri karşılık şu oldu: “Hayır, biz bütün gece dışarda kalacağız.” Ve sonra Lut’un evine girdikleri zaman bunun nedeni yalnızca onu çevresini sarmış olan yasa tanımaz şiddetten korumak için idi; dünyasal kazanç ve dünyasal konum için kendisini içine sokmuş olduğu kötü koşullardan kurtarmak amacı ile Lut’u kolundan çekip çıkardılar. Bu iki kişi arasındaki farklılık bundan daha canlı ifade edilebilir mi?

Ama ayrıca şunu da belirtmemiz gerekir ki Rab İbrahim’den keyif alıyor idi, Kendisini İbrahim’e gösteriyor ve düşüncelerini ona açıklıyor idi; ona Sodom’a uygulamak üzere olduğu plan ve amaçlarını anlatıyor idi. “Rab, ‘yapacağım şeyi İbrahim’den mi gizleyeceğim?’ dedi. Kuşkusuz, İbrahim’den büyük ve güçlü bir ulus türeyecek ve yeryüzündeki tüm uluslar onun aracılığı ile kutsanacak. Doğru ve adil olanı yaparak yolumda yürümeyi oğullarına ve soyuna buyursun diye İbrahim’i seçtim. Öyle ki, ona verdiğim sözü yerine getireyim.” Yaratılış 18:17-19.

Yukarıda anlattığımız olay, Yuhanna 14: 21,23 ayetlerinde yer alan bu sözlerin söylenmesinden iki bin yıl önce gerçekleşmiş olmasına rağmen bundan daha açıklayıcı bir örneğe sahip olamaz idik. Lut’un öyküsünde Rab İsa’nın bu sözlerinin gerçekleştiğini görüyor muyuz? Ne yazık ki, hayır! Böyle bir şey olamaz idi; Lut Tanrıya yakın değil idi; O’nun düşüncelerinden haberi yok idi; O’nun plan ve amaçlarını anlayamıyor idi. Nasıl anlayabilirdi ki? Lut, Sodom’un düşük manevi derinlikleri içine batıp kalmış idi, bu durumda Tanrının düşüncesini nasıl bilebilir idi? Vadideki suçlu kentlerin çevresini kuşatmış olan karanlık ve kasvetli atmosfer tarafından gözleri kör edilmiş olan Lut geleceği nasıl görebilir idi? Kesinlikle tamamen imkansız! Eğer bir kişi dünya ile karışır ise o zaman her şeyi dünyanın bakış açısından görebilir; her şeyi dünyanın ölçülerine göre ölçebilir ve onlar hakkında dünyaya ait düşünceler ile düşünür. Bu yüzden Sardis kilisesinin içinde bulunduğu durumda olan kilise Rabbin bir hırsız gibi geleceği ifadesi ile tehdit edilir; O’nun parlak Sabah Yıldızı olarak gelişine ilişkin umut ile teşvik edilmez. Eğer ağzı ile iman ikrarında bulunmuş olan kilise dünyanın seviyesine battı ise o zaman ne kadar yazık! Kilise bu durumda geleceğe yalnızca dünyanın bakış açısından bakacaktır. Bu nedenle Hristiyanların büyük çoğunluğu Rabbin gelişi ile ilgili konuda kendilerini tehdit altında hissederler; O’na yüreklerinin kutsal Damadı olarak bakmak yerine bir hırsız olarak bakmaktadırlar. O’nun görünmesini sevgi ile bekleyen kişi sayısı ne kadar azdır! Ağzı ile iman ikrarında bulunan kişilerin çoğunluğu – bu sözleri üzülerek yazıyorum – İbrahim’den çok Lut’a benzemektedirler. Kilise üzerinde durduğu doğru zeminden ayrılmıştır; gerçek manevi yüceliğinden aşağılara inmiş ve kendisini namevcut Rabbinden nefret eden ve onu küçük gören dünya ile karıştırmıştır.

Yine de, Rabbe şükürler olsun ki, Sardis’te bile hala “giysilerini lekelememiş birkaç kişi” bulunmaktadır – cansız iman ikrarının içten içe yanmaya devam eden küllerinin arasında birkaç diri taş – soğukluğun, sözde ve ismen mevcudiyetin, acımasızlığın ve dünyasal Hristiyanlığın manevi hüznünün ortasında parlayan birkaç ışık! Ve yalnızca bu kadar da değil, ama kilise tarihinin Laodikya’daki durumu bundan daha da düşük ve daha da umutsuz koşullar sunar. Ağzı ile iman ikrarında bulunan tüm beden “sadık ve gerçek Tanık” olanın ağzından kusulmak üzere iken  - başarısızlığın ve ayrılmanın bu en ileri aşamasında bile dikkatli bir kulak, canı harekete geçiren bir güç ile söylenmiş olan şu lütufkar sözcükleri işitecektir: “İşte kapıda durmuş, kapıyı çalıyorum. Biri sesimi işitir ve kapıyı açar ise onun yanına gireceğim. Ben onun ile, o da Benim ile birlikte yemek yiyeceğiz.” Vahiy 3.20. 1

Böylece, ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlığın günlerinde ataların gününde olduğu gibi Yeni Antlaşma’nın ve Eski Antlaşma’nın günlerinde işiten bir kulak ve itaat eden bir yüreğe aynı değer ve önemin verildiğini görüyoruz. Göçmen ve yabancı, Tanrının sadık ve itaatkar çocuğu İbrahim Mamre vadilerinde yücelik Rabbi ile birlikte olmanın ender görülen ayrıcalığını tattı. Bu ayrıcalık yıkım yargısı altında olan bir yer ve bir pay seçmiş olan bir kişi tarafından bilinemeyecek bir ayrıcalık idi. Bu nedenle Laodikya’nın günlerinde de aynı şekilde kayıtsızlık ve kibirli küstahlık var iken gerçekten içten olan yürek, “Amin, Güvenilir ve Gerçek Tanık, Tanrının yaratılışının başlangıcı” Olan ile birlikte yemek yemeye ilişkin tatlı vaat ile sevinecektir. Tek bir sözcük ile belirtelim, koşullar ne olur ise olsun yalnızca Mesih’in sesine

kulak verecek olan ve O’nun buyruklarını yerine getirecek olan bireysel canın bereketinin sınırı yoktur.

Bunu her zaman hatırlayalım. Bu gerçek, manevi varlığımızın en derin yerlerinde yerleşene kadar hatırlayalım. Mesih’teki imanlıdan Mesih’in tamamladığı işten ve O’nun itaatinden akan bereket ve ayrıcalıkları bizden hiç bir şey çalamaz. Bu konu ile gerçek Tanrının kitabının her sayfasından ve her bölümünden ortaya çıkarak gözlerimize parlamaktadır. Her zaman, her yerde ve her koşul atında söz dinleyen can Tanrı ile mutlu oldu ve Tanrı da o can ile mutlu oldu. Tanrısal takdir özelliği ne olur ise olsun her zaman iyilik içerir. “ancak Ben alçakgönüllüye ve ruhu ezik olana, sözümden titreyen kişiye değer veririm.” Yeşaya 66: 2b. Hiç bir şey hiç bir zaman bu gerçeği değiştiremez ve bu gerçeğe dokunamaz. Bereketli kitabımız Yasa’nın Tekrarı’nın dördüncü bölümünde hemen giriş kısmında yer alan sözcüklere bakalım: “Şimdi ey İsrail, size öğrettiğim kurallara ve ilkelere kulak verin. Yaşamak, ülkeye girmek ve atalarınızın Tanrısı Rabbin size vereceği toprakları mülk edinmek için bunlara uyun.” Yasa’nın Tekrarı 4:1. Aynı sözleri, daha önce değindiğimiz gibi Yuhanna müjdesinin 14.bölümünde doğrudan Rabbimizin ağzından çıkan değerli sözler olarak da görmüş idik: “Beni seven buyruklarımı bilen ve yerine getiren kişidir.” 2 Bu gerçek, esin ile yazmış olan Yuhanna’nın sözlerinde gözlerimize özel bir ışık ile parlamaktadır: “Sevgili kardeşlerimiz, yüreğimiz bizi suçlamaz ise Tanrının önünde cesaretimiz olur ve O’ndan ne diler isek alırız. Çünkü O’nun buyruklarını yerine getiriyor ve O’nu hoşnut eden şeyleri yapıyoruz. O’nun buyruğu Oğlu İsa Mesih’in adına inanmamız ve İsa2nın buyurduğu gibi birbirimizi sevmemizdir. Tanrının buyruklarını yerine getiren Tanrıda yaşar ve Tanrı da o kişide yaşar. İçimizde yaşadığını bize verdiği Ruh’u sayesinde biliriz.” 1.Yuhanna 3:21-24.

Bu konu ile ilgili ayetler kolaylıkla çoğaltılabilirler, ancak buna gerek yoktur. Alıntısını yaptığımız ayetlerin gözümüzün önüne koydukları şudur. Söz dinlemenin en yüksek motifi mümkün olan en net ve tam şekli ile Rabbimiz İsa Mesih’in yüreğini hoşnut etmektir – aynı zamanda Baba’yı da hoşnut etmektir. Evet, görüldüğü gibi, her alanda içten bir şekilde söz dinlemek ile sorumluyuz. “bizler kendimize ait değiliz, bir bedel karşılığı satın alındık.” Yaşamımızı, esenliğimizi, doğruluğumuzu, kurtuluşumuzu, sonsuza kadar kalıcı mutluluğumuzu ve yüceliğimizi, her şeyimizi O’na borçluyuz; O bizden mükemmellik talep etmez, mükemmelliği ya da yetkinliğimizi sonsuza kadar kalıcı şekilde Mesih’in kanı ve tamamladığı iş ile Kendisi bize sağlamıştır. O’nu hoşnut eden tek şey O’na ve sözüne duyduğumuz güvendir. O’nun yüreğini hoşnut eden ve O’nun yüreğini tazeleyen bu harika iman gerçeğinin üstünde ve ötesinde hiç bir şey yoktur.

Sevgili Hristiyan okuyucu, böylesine harika bir motifin harika gücünden daha üstün bir şey olabilir mi? Yalnızca sevgili Rabbimizin yüreğini hoşnut etme ayrıcalığına sahip olduğumuzu hatırlayalım! Tanrının yüreğinin,  O’na ve sözüne güvendiğimiz için hoşnut olduğunu bilmek ne kadar tatlı ve ne kadar değerlidir, söz dinlemek ile yaptığımız her eylem O’na gösterdiğimiz kutsal bir saygınlıktır. Tüm bunlar yasal sistemin ne kadar da uzağında olan konular! Yasal sistem ve Hristiyanlık arasındaki farklılık her alanda ve her özellik açısından tam bir karşıtlık içindedir; ölüm ve yaşam, tutsaklık ve özgürlük, suçluluk duygusu ve Mesih’te tanrının doğruluğuna sahip olmak, uzaklık ve yakınlık ve kuşku ve kesinlik arasında tam bir zıtlık mevcuttur. Bu iki şeyi karıştırma girişiminde bulunmak çok feci bir girişimdir – eğer bu iki sistemi yani yasayı ve lütfu bir araya getirmeye kalkışılır ise bunun sonucu umutsuz bir zihin karışıklığı olmaya mahkumdur; çünkü eğer bu iki sistemi iki ağaç dalına benzetecek olur isek her ikisi de aynı ağacın kökünden çıkan dallar değildirler. Kökleri farklıdır! Canları aynı anda iki ayrı şeyin altına yerleştirmeye çalışmak ne kadar da korkunç bir etkiye neden olacaktır! Öğle vakti dorukta olan güneş ışınlarını gece yarısının koyu karanlığı ile bir araya getirmek mümkün müdür? Yeni Antlaşma’nın ışığında düşünerek bu konuya tanrısal bir bakış açısı tarafından baktığımız zaman ve konuyu Tanrının yüreğinin ve Mesih’in düşüncesinin ölçüsüne göre incelemeye aldığımız zaman Hristiyanlığın yasayı ve lütfu birleştirme çabası kadar sinsi bir kötülüğün var olamayacağını anlarız. Yasa ve lütfu birleştirmeye kalkmak Tanrıya yapılan bir saygısızlıktır; Mesih’in yüreğinde yara açmaktır; Kutsal Ruhu kederlendirmektir; Tanrının gerçeğine zarar vermektir; Mesih’in sürüsünün sevgili kuzuları ve koyunları üzerinde işlenen üzücü bir suçtur; hem Yahudilerin hem de diğer ulusların yolu üzerine konan korkunç bir sürçme taşıdır ve kısaca özetleyecek olur isek son on sekiz yüz yıl boyunca Tanrının tüm tanıklığına ciddi şekilde zarar vermektir; yalnızca Mesih’in yargı kürsüsü bunu beyan edebilir ve ah! Bu ne kadar da müthiş bir beyan olacaktır! Bu üzerinde düşünülemeyecek kadar korkunç bir hatadır!

Ama ne yazık ki, ağzı ile iman ikrarında bulunan kilise arasında vicdan sahibi olan pek çok inançlı can itaat etmenin tek olası yolunun, pratik kutsallık elde etmek, tanrısal bir yürüyüşü garantilemek, eski yaratığı kontrol altında tutmak amacı ile insanları yasa altına koymak olduğuna inanırlar. Eğer canlar, elinde sopası ve katı kuralları ile erkek öğretmenin elinden alındıkları takdirde tüm ahlak düzeninin son bulacağından korkuyor gibidirler. Yasanın yetkisi namevcut olduğu zaman umutsuz bir zihin karışıklığı olacağına inanırlar. Onların kanaatlerine göre on buyruğu bir yaşam kuralı olarak kişilerden uzaklaştırmak, insan yasasızlığının gelgitine set çekmek için Tanrının elinin kaldırdığı o büyük ahlak setlerini ortadan kaldırmaktır.

Bu konuda çekilen güçlüğü tam olarak anlayabiliriz. Çoğumuz bu güçlük ile şu ya da bu şekilde karşılaşmışızdır. Ama bu güçlük ile mücadele eder iken Tanrının yolunu seçmemiz gerekir. Kutsal yazıların sade ve doğrudan öğretişleri durur iken kendi düşüncelerimize yapışıp kalmak anlamsız, boş ve yararsızdır. Er ya da geç tüm bu düşüncelerden vazgeçmemiz gerekecektir. Babamızın o eşsiz Açıklamasının sınırsız lütfu ile ellerimize verdiği çürümez öğretişleri – kutsal yazıların yetkisini – Kutsal Ruhun sesini hiç bir şey susturamaz ve Tanrımızın sözüne karşı durabilecek hiç bir şey mevcut değildir. Derin ve saygılı bir dikkat ile Kutsal Ruhun sesini dinlemeli ve Tanrının sözüne itaat etmeliyiz; onların önünde sorgulamayan ve eksiksiz bir itaat ile eğilmemiz gerekir. Kendimize ait tek bir düşünceye dahi yapışma küstahlığını gösteremeyiz. Tanrının düşüncesi bizim düşüncemiz olmalıdır. Yalnızca insan öğretişinin etkisi aracılığı ile zihinlerimizde birikmiş olan süprüntülerin hepsini temizlememiz gerekir ve Tanrının sözü ve Ruhunun eylemi aracılığı ile zihnimizde yer alan her düşünce odanın temizlenmesini sağlamalı ve yeni yaratılışın saf ve taze havası ile tüm düşünce odalarını havalandırmamız lazımdır.

Ayrıca Tanrının ağzından çıkan her söze tamamıyla güvenmeyi öğrenmemiz gerekir. Mantık yürütmemeliyiz; yargıda bulunmamalıyız; tartışmamalıyız; yalnızca sade bir şekilde inanmamız gerekir. Eğer konuşan insan ise, eğer sorulan yalnızca insan yetkisinin bir sorusu ise o zaman gerçekten söyleneni yargılamamız gerekir, çünkü insanın buyruk verme hakkı yoktur. O insanın düşüncelerini kendi düşüncelerimiz ya da herhangi bir insan standardı ya da ikrar ya da iman beyanında bulunma aracılığı ile değil, Tanrının sözü aracılığı ile yargılamamız gerekir. Ancak kutsal yazılar konuştuğu zaman tüm tartışma sona erer.

Bu durum, söz ile anlatılamaz bir teselliyi ortaya koyar. Bu büyük gerçeğin değerini ya da manevi önemini yeterli bir şekilde ortaya koymak insan dilinin kapasitesinin çok üstündedir. Bu gerçek, canı bir yandan insan iradesinin kör edici seçiminden tamamen kurtarır ve bir yandan da yalnızca insan yetkisine boyun eğmekten özgür kılar. Ve bizi Tanrının yetkisi ile doğrudan, kişisel ve canlı bir ilişki içine sokar ve bu yaşamdır, esenliktir, özgürlüktür, manevi güçtür, gerçek yükseliştir, tanrısal kesinlik ve kutsal dengedir; kuşku ve korkulara son verir; insan düşüncesinin zihni karmakarışık eden etkilerini siler; yüreğe işkence eden bu düşünceleri yok eder. Artık her öğretişin rüzgarı ile ve insan düşüncesinin her dalgası ile sağa sola sürüklenmeyiz. Tanrı konuşmuştur. Bu tamamen yeterlidir. Yürek bu noktada derin ve huzurlu noktaya kavuşur. Ve teolojik karşıtlığın fırtınalı okyanusundan kaçıp kurtulmuş ve tanrısal açıklamanın bereketli limanına demir atmıştır.

İşte bu nedenle bu satırları okuyan inançlı okuyucuya söyleyeceğimiz söz şudur: eğer önümüzdeki konu hakkında Tanrının düşüncesinin ne olduğunu bilmek isterseniz – eğer Hristiyan itaatinin temelini, karakterini ve objesini bilmek isterseniz, o zaman yapmanız gereken tek şey yalnızca kutsal yazıların öğretişine ve sesine kulak vermektir. Ve kutsal yazıların sesi ne der? Bize, nasıl yaşamamız gerektiğini öğretmek için Musa’nın zamanına mı gönderir? Kutsal yaşamı garanti etmek için bizi “dokunulabilir o dağa geri mi gönderebilir?” Benliği düzen altında tutmamız için bizi yasa altına mı koyar? Kutsal yazıların ne dediğini işitin: evet, kutsal yazılara kulak verin ve şaşırın. Kutsal güç ile özgür kılan şu sözleri Romalılar kitabının 6.bölümünden okuyalım. “Günah size egemen olmayacaktır. Çünkü Kutsal Yasanın yönetimi altında değil, Tanrının lütfu altındasınız (ayet14).

Şimdi, okuyucuya bu sözlerin canının en derin yerlerine girmesi için izin versin diye yalvarıyoruz; Kutsal Ruh en sade ve en empatik şekilde Hristiyanların yasa altında olmadıklarını beyan eder. Eğer yasa altında olsa idik o zaman günah üzerimizde egemenliğe sahip olur idi. Gerçekten de kutsal yazılarda değişmez bir şekilde “günah, yasa ve benliğin” bir arada yürüdüklerini görürüz. Yasa altındaki bir canın, günahın egemenliğinden tam kurtuluşun tadını yasa altında iken çıkartabilmesi mümkün değildir. Ve bu durumda bir anda tüm yasal sitemin yanlışlığını ve temelsizliğini görürüz. Ve canları yasa altına koymak aracılığı ile kutsal yaşam üretme peşinden gitmenin nihai hatasını anlarız. Onları yasa altına koymak demek, onları günahın üzerlerinde egemenlik süreceği ve mutlak bir şekilde istediği tarafa yönelteceği bir yere koymak demektir. O zaman yasa altında kutsallık üretmek nasıl mümkün olabilir? Kesinlikle mümkün olmaz; umutsuz bir durumdur!

Ama şimdi bir an için Romalılar kitabının 7.bölümüne dönelim. “Aynı şekilde kardeşlerim” – ve Tanrının halkı olan tüm imanlılar – “siz de bir başkasına – ölümden dirilmiş olan Mesih’e -varmak üzere Mesih’in bedeni aracılığı ile Kutsal Yasa karşısında öldünüz. Bu da Tanrının hizmetinde verimli olmamız içindir.” Romalılar 7:4. Şimdi anlıyoruz ki, aynı zamanda hem “yasa karşısında ölü” hem de “yasa altında” “olabilmemiz mümkün değildir! Belki, “yasa karşısında ölü olma” ifadesinin yalnızca bir mecaz olduğu konusunda tartışmalar söz konusu olabilir. Böyle olduğunu varsayalım, o zaman “Ne tür bir mecaz?” şeklinde bir soru sormamız gerekir. Bu mecazın yasa altındaki insanlar ile ilgili bir mecaz olamayacağı kesindir. Hayır, bu mecaz bunun tamamen aksi bir şeyi ifade etmektedir.

Ve elçinin, yasanın ölü olduğunu söylemediğine özellikle dikkat edelim. Böyle bir şey söz konusu değildir. Yasa ölü değildir ama biz yasa karşısında ölüyüz. Biz Mesih’in ölümü aracılığı ile yasanın ait olduğu bölgenin dışına çıkmış durumdayız. Mesih, bizim yerimizi aldı; O, yasa altında dünyaya geldi ve çarmıhta bizim uğrumuz günah yapıldı. Ama O bizim yerimize öldü ve biz de O’nda öldük. Ve İsa bizi günahın egemenliği altında ve yasa altında bulunduğumuz konumdan çıkardı ve bize kendisi ile diri bir paydaşlık ve birlik içindeki tamamıyla yepyeni bir konumu sundu. Öyle ki, kutsal yazılarda şu sözler söylenebilsin: “O nasıl ise biz de bu dünyada öyleyiz.” Mesih yasa altında mıdır? Kesinlikle değildir. O zaman bizler de yasa altında değiliz. Günahın O’nun üzerinde bir talebi olmuş mudur? Hayır, hiç bir zaman! O zaman bizim üzerimizde de hiç bir talebi olamaz. Bizim O’ndaki konumumuz O’nun Tanrının huzurundaki konumunun aynıdır. Bu nedenle bizi tekrar yasa altına koymak Hristiyan konumunun tamamını ters yüz etmek olur. Ve kutsal yazıların en net ayetlerinden birine karşı gelmek anlamına gelir.

Şimdi, tam bir sadelik ve tanrısal içtenlik ile soracağız: “Kutsal yaşam, Hristiyanlığın var oluş temelini uzaklaştırmak aracılığı ile nasıl sağlanabilir?” İçimizde konut kurmuş olan günaha güç tanıyan bir sistem altında günaha nasıl galip gelebiliriz? Kutsal yazıların sözünü dinlememek aracılığı ile gerçek bir Hristiyan itaati nasıl üretilebilir? Bundan daha akıl almaz ve mantığa aykırı bir şey olamayacağını kabul etmeliyiz. Tanrısal bir sonun yalnızca yalnızca tanrısal bir yol izleyerek kazanılabileceği kesindir. Şimdi, Tanrının bize, günahın egemenliğinden kurtulmamız için verdiği yol bizi yasa altından çıkartarak kurtarmak yolu ile sağlanmıştır. Ve bu yüzden Hristiyanların yasa altında olduğunu öğreten herkesin Tanrı ile münakaşa ettiği kesindir. Yasa öğretmeni olmayı arzu eden herkes için üzerinde düşünmesi gereken çok önemli bir konu!

Ama şimdi Romalılar 7.bölümde yer alan başka sözlere de kulak verelim. Elçi sözlerine şöyle devam eder: “Çünkü biz benliğin denetiminde iken, yasanın kışkırttığı günah tutkuları bedenimizin üyelerinde etkin idi. Bunun sonucu olarak ölüme götüren meyveler verdik. Şimdi ise biz daha önce tutsağı olduğumuz yasa karşısında öldüğümüz için yasadan özgür kılındık. Sonuç olarak, yazılı yasanın eski yolunda değil, Ruhun yeni yolunda kulluk ediyoruz.” 3

Burada tekrar her şeyin bir güneş ışığı kadar parlak olduğunu görüyoruz. “biz benlikte iken” ifadesi ne anlama gelir? Halen aynı durumda olduğumuz anlamına gelir mi, gelebilir mi? Hayır, bu anlama gelemeyeceği aşikardır. Eğer ben, “Ben Londra’da iken” dediğim zaman, biri benim hala Londra’da olduğumu düşünebilir mi?! Böyle bir şey düşünmek bile saçmalıktır.

Ama elçi, “biz benlikte iken” ifadesi ile neyi kast etmektedir? Elçi, burada yalnızca geçmişte olan ya da geçmişte kalmış olan bir şeyden söz etmektedir- yani artık mevcut olmayan bir duruma değinmiştir. O zaman imanlılar benlikte değil midirler? Kutsal yazılar imanlının benlikte olmadıklarını beyan ederler. Ama bu, imanlıların bedende olmadıkları anlamına mı gelir? Kesinlikle hayır, bu anlama gelmez! İmanlılar var oluşları ile ilgili bir gerçek olarak bedendedirler, ama Tanrının önünde Mesih’teki duruşları nedeni ile benlikte değildirler.

Romalılar kitabının 8.bölümünde bu konu ile ilgili ifadelerin en farklısını okuruz: “Benliğin denetiminde olanlar Tanrıyı hoşnut edemezler. Ne var ki, Tanrının Ruhu içinizde yaşıyor ise benliğin değil, Ruhun denetimindesiniz.” Romalılar 8:9. Burada çok önemli bir ifadenin ve çok değerli ve görkemli bir ayrıcalığın ortaya konulduğunu görürüz. “Benliğin denetiminde olanlar Tanrıyı hoşnut edemezler.” Böyle kişiler çok ahlaklı, hayranlık uyandıran, çok inançlı ve çok cömert kişiler olabilirler ama Tanrıyı hoşnut edemezler. Konumlarının tamamı yanlıştır. Tüm suların aktığı kaynak çürümüştür; tüm dalların çıktığı kök ve gövde paslanmıştır – umutsuz bir şekilde kötü durumdadır.

İyi bir meyvenin tek bir zerresini dahi üretemezler – Tanrının kabul edebileceği bir meyve üretemezler. “Tanrıyı hoşnut edemezler.” Tamamıyla yeni bir konuma girmeleri gerekir. Yeni bir yaşama, yeni motiflere ve yeni objelere sahip olmaları gerekir; tek bir sözcük ile ifade edecek olur isek yeni bir yaratık olmaları gerekir. Tüm bunlar ne kadar da ciddi konulardır! Tüm bunları yeterince ölçüp biçelim ve elçinin sözlerini anlayıp anlamadığımızı görelim.

Ama öte yandan, tüm gerçek imanlıların görkemli ayrıcalıklarına dikkat de edelim. “Siz benlikte değilsiniz.” İmanlılar artık Tanrıyı hoşnut edemeyecekleri bir konumda değildirler. Çünkü yeni bir doğaya ve yeni bir yaşama sahiptirler ve bu yeni doğanın her eylemi Tanrı için kabul edilebilirdir. Tanrısal yaşamın en zayıf soluğu bile Tanrı için çok değerlidir. Kutsal Ruh bu yaşamın gücüdür, Mesih objesidir, hedefi yüceliktir ve yuvası cennet yani Tanrının yanıdır. Her şey tanrısaldır ve bu nedenle mükemmeldir. Evet, imanlının kendi içinde hata yapmaya ve günah işlemeye eğilimli olduğu doğrudur. İmanlıda, yani imanlının benliğinde iyi olan hiç bir şey yoktur. Ama imanlının duruşunun temeli, Tanrı lütfunun sonsuz dengesi üzerindedir ve imanlının konumu, Rabbimiz İsa Mesih’in değerli kefareti ve her şeyden üstün avukatlığı ya da bize ettiği aracılığı sayesinde lütfun imanlı için yapmış olduğu tanrısal sağlayış tarafından karşılanmıştır. İmanlı bu şekilde sonsuza kadar bu korkunç yasa sisteminden kurtarılmıştır ve bu yasa sisteminin önde gelen figürleri şunlardır: “Benlik”- “Yasa”-“Günah”-“Ölüm”- oldukça melankolik bir grup olduğuna kuşku yok! Ve imanlı önde gelen figürleri son derece görkemli olan bir konuma getirilmiştir, “Yaşam”- “Özgürlük” –“Lütuf”- Esenlik” –“Tanrı doğruluğu” –“Kutsallık”-“yücelik”- “Mesih”. “Sizler dokunulabilen, alev alev yanan dağa, karanlığa, koyu karanlık ve kasırgaya, gürleyen çağrı borusuna, tanrısal sözü ileten seslere yaklaşmış değilsiniz. O sesi işitenler, kendilerine bir sözcük daha söylenmesin diye yalvardılar. Görünüm öyle korkunçtu ki, Musa, “Çok korkuyorum, titriyorum” dedi. Oysa sizler Siyon dağına, yaşayan Tanrının kenti olan göksel Yeruşalim2e, bir bayram şenliği içindeki on binlerce meleğe ve adları göklerde yazılmış olan ilk doğanların topluluğuna yaklaştınız. Herkesin yargıcı olan Tanrıya ve yetkinliğe erdirilmiş doğru kişilerin ruhlarına, Yeni Antlaşma’nın aracısı olan İsa’ya ve Habil’in kanından daha üstün bir anlam taşıyan serpmelik kana yaklaştınız.” İbraniler 12:18-24.

Böylece vicdan sahibi her okuyucunun karşılaşmakta olduğu sorunu çözümlemeye çalıştık. Uygulamadaki kutsallık ve gerçek itaatin elde edilmesi için imanlıları yasa altına koymanın sakıncalarını dile getirdik. Okuyucunun kendisi için yazmış olduğu bu satırlarda bizi izlediğine güveniyoruz. Eğer böyle yapar ise yani imanlıları yasa altında bir konuma koyar ise Hristiyanlığın en büyük temelini – lütfu terk etmek – Mesih’ten vazgeçmek – Tanrıyı hoşnut edemeyen benliğe dönüştürme gibi bir kötü çaba içine girmiş olur ve bizleri lanet altına yerleştirir. Kısaca özetleyecek olur isek insanların yasal sistemi, Yeni Antlaşma’nın tamamındaki öğretişe taban tabana zıt olan bir sistemdir. Kutsanmış elçi Pavlus tüm yaşamı boyunca her zaman bu konuda tanıklık etti ve bu sisteme ve bu sitem yanlılarına karşı oldu. Pavlus, yasa ve lütfun birbirine karıştırılmasından kesin bir şekilde nefret etti ve sürekli olarak bu sistem yanlılarının kusurlarını açığa vurdu ve onları suçladı. Yasa öğretmenleri her zaman Pavlus’un Mesih’teki bereketli işlerinin temelini kazıp yıkmak ve zayıflatmak istediler; imandaki sevgili çocukların canlarını alt üst etmenin peşinden koştular. Pavlus’un mektuplarında, Tanrının yasa öğretmenlerinin tüm yasal sistemine duyduğu tiksintinin ne kadar yoğun olduğunu yazdığını görürüz; Galatyalılara, Filipelilere ve İbranilere yazdığı mektuplarda onlara bu konuda verdiği öğütleri ya da ciddi uyarıları okuruz. Ve Pavlus’un engin sevgi dolu ve adanmış yüreğinin imanlıların kötü tanıklıklarının neden olduğu enkazlar için acı acı ağladığını görürüz.

Ama tüm bu yazdıklarımızdan ve okuyucuların dikkatini istediğimiz kutsal yazılara karşı olan gelgite dayanmak için onun hala şu soruyu sormasının mümkün olduğunu okuyoruz: “Yasanın sınırlayıcı gücü ortadan kaldırıldığı takdirde kutsal yaşama karşı bir gevşeklik tutumu söz konusu olmayacak mıdır?” Bu soruya vereceğimiz yanıt, Tanrının bizden daha bilge olduğudur. Tanrı gevşeklik ve hafiflik gibi konuların ve doğru tür itaatin nasıl tedavi edileceğini en iyi bilen Kişidir; yasayı denedi ve yasa ne yaptı? Yasa, gazap getirdi, gücenikliğin bollaşmasına neden oldu. “Günah düşüncelerini” geliştirdi. Dünyaya ölüm getirdi. Ölüm, günahın gücü idi. Günahkarı tüm gücünden yoksun bıraktı; onu öldürdü. Günah mahkumiyet ya da suçluluk duygusu getirdi. Günah ile ilişiği olan herkes lanetlendi. “Yasanın tüm işleri lanet altındadır.” Ve tüm bunların hepsi yasanın herhangi bir kusuru nedeni ile olmadı. Ama insanın yasayı yerine getirebilmesi tamamen imkansız olduğu için oldu.

Okuyucu ne yaşamın, ne tanrısal doğruluğun ve kutsallığın ne de gerçek Hristiyan itaatinin yasa altında asla elde edilemeyeceği konusunda ikna olmuş mudur? Gözden geçirmiş olduğumuz ve verdiğimiz ayet alıntılarından sonra artık tek bir sorumuzun, tek bir kuşkumuzun ya da tek bir zorluğumuzun var olması mümkün müdür? Biz, güvenmiyoruz. Yeni Antlaşma’nın öğretişine ve yetkisine boyun eğmeye istekli olan hiç kimse bir saat için bile olsa yasal sisteme bağlanamaz.

Ama yine de her şeye rağmen bu ağır ve çok önemli konudan başka bir konuya geçmeden önce okuyucunun önüne içinde Hristiyanlığın manevi yüceliklerinin dikkat çekici ihtişamının Musa düzeninin tümüne canlı bir karşıtlık ile ortaya koyduğu bir bölüm ya da iki tane ayet getirmek isteriz.

Her şeyden önce Romalılar kitabının sekizinci bölümünün başlangıcında yer alan ve hepimizin çok iyi bildiği birkaç ayeti ele alalım: “Böylece Mesih İsa’ya ait olanlara artık hiç bir mahkumiyet yoktur. Çünkü yaşam veren Ruhun yasası Mesih İsa sayesinde beni günah ve ölüm yasasından özgür kıldı. İnsan benliğinden ötürü güçsüz olan yasanın yapamadığını Tanrı yaptı. Öz Oğlunu günahlı insan benzerliğinde günah sunusu olarak gönderip günahı insan benliğinde yargıladı. Öyle ki, yasanın gereği (dikaioma), benliğe göre değil, ama Ruha göre yaşayan bizlerde yerine gelsin.” Romalılar 8: 1-4.

Şimdi, aklımızda tutmamız gerekenler şunlardır: İlk ayet her Hristiyanın Tanrının önündeki duruşunu ya da konumunu ortaya koymaktadır. İmanlı, “İsa Mesih’tedir.” Bu konumu her şeyi çözümlemiştir. İmanlı benlikte değildir; imanlı yasa altında değildir; imanlı mutlak şekilde sonsuza kadar kesinlikle “İsa Mesih’tedir.” Bu nedenle mahkumiyet yoktur ve mahkumiyet olamaz! Elçi burada yürüyüşümüzden ya da durumumuzdan söz etmiyor ya da bunları ima etmiyor. Eğer böyle yapmış olsa idi “hiç bir mahkumiyet yoktur” ifadesini kullanması mümkün olamaz idi. Şimdiye kadar görülmüş olan en mükemmel imanlı yürüyüşü ya da şimdiye kadar elde edilmiş olan en mükemmel imanlı durumu yargı ve mahkumiyet için her zaman bir zemin teşkil edecek idi. Yeryüzünde yürüyüşü ve durumu her gün yargılanmayacak olan tek bir imanlı yoktur-manevi koşulları ve yürüdüğü yollar hiç bir zaman asla mükemmel olamaz. O zaman nasıl olur da “hiç bir mahkumiyet yoktur” ifadesi Hristiyan yürüyüşü ile bağlantılı olabilir ya da onun üzerine temellenmiş olabilir? Kesinlikle imkansız! Tüm mahkumiyetten özgür kalmak için tanrısal olarak mükemmel olan şeye sahip olmamız gerekir ve hiç bir imanlı yürüyüşü böyle değildir ya da böyle değil idi. Pavlus gibi biri bile daha önce söylediği sözleri geri almıştır: “Kardeşler, baş kahin olduğunu bilmiyor idim. Nitekim ‘halkını yönetenleri kötüleme’ diye yazılmıştır.” Elçilerin İşleri 23:5. Pavlus, yazdığı mektup ile acı verdiğine pişman olduğunu belirtir. (2.Korintliler 7:8) Mükemmel bir yürüyüşe ve mükemmel bir konuma sahip olan yalnızca tek Kişi vardır. O’nun dışındaki herkes – en iyi ve en kutsal insanda bile kusur bulunur; Tanrının talebi Kendi doğruluğu ve Kendi kutsallığıdır! Bu yüzden Romalılar kitabının sekizinci bölümünün ikinci cümlesinin reddedilmesi gerekir; bu cümle kutsal yazılara ait değildir. Düşüncemiz şu ki, Tanrı tarafından gerçekten öğretilmiş olan biri  yalnızca eleştiriye yönelik olan tüm sorular dışarda bırakıldığı zaman doğru olanı anlayacaktır. Herhangi bir ruhsal zihin “hiç bir mahkumiyet yoktur” ve “yürüyüş” ifadeleri arasındaki uyumsuzluğu fark edecektir. Bu iki ifadenin uyum sağlaması için sarf edilecek her çaba kesinlikle boş olacaktır. Ve hiç kuşkumuz yok ki burada inançlı binlerce can gerçekten görkemli olan ve özgür kılan bu bölüm hakkında sıkıntı çekmiş ve güçlük ile karşılaşmışlardır. “Hiç bir mahkumiyet yoktur” ifadesine ait olan derin, kusursuz ve bereketli önem sayesinde atılan sevinç nidası, bölümün başlangıç ifadesinde parlayan o özgür, mutlak ve egemen lütfun parlaklığı nedeni ile gözleri kör olmuş ve hiç kuşkusuz, görüşü zayıflamış bazı bazı yazıcı ya da kopya eden kişiler aracılığı ile ortaya konan tek bir cümle tarafından çalınmıştır. Şunlara benzer sözleri ne kadar çok işitmişizdir, “Ah, evet! İsa Mesih’te olan kişiler için hiç bir mahkumiyet olmadığını biliyorum. Ama bu ifade yalnızca benliğe göre değil, Ruha göre yürüdükleri zaman söz konusudur ya da geçerlidir. Ben şimdi bu şekilde yürüdüğümü söyleyemiyorum. Böyle yapmayı çok arzu ediyorum ve başarısızlıklarım nedeni ile yas içindeyim. Daha mükemmel bir şekilde yürüyebilmek için dünyaları verirdim. Ama çok yazık! Ne kadar yazık! Her gün, her saat durumumu, yürüyüşümü, yollarımı ve kendimi yargılamam gerekiyor. Durum böyle olduğu için, “hiç bir mahkumiyet yoktur” gibi bu eşsiz değerdeki sözleri kendime mal etmeye cesaretim yok. Bir gün, kişisel kutsallıkta ilerleme kaydettiğim zaman böyle yapabileceğimi ümit ediyorum; ama şimdi şu andaki durumumda Romalılar sekizinci bölümün ilk cümlesinde yer alan değerli gerçeği kendime mal etmek yapabileceğim küstahlıkların en büyüğü olur.”

Bu tür düşünceler sözcükler halinde ifade edilmemiş olsalar da hepimizin aklından geçmişlerdir. Ama tüm bu tür yasal mantıklara verilebilecek en sade ve kesin yanıt Romalılar 8:1 ayetinde yer alan ikinci cümlenin kesinlikle kutsal yazılara ait olmadığı gerçeğidir. Ama bu, Hristiyanlığın ruhuna ve özelliğine yabancı olan ve çok yanlış yönlendiren metne yapılmış bir ektir; bulunduğu yerdeki çevre ve koşullar içinde yer alan tüm kanıt çizgisine karşıttır. Ve imanlının sağlam esenliğini tamamen alt üst edip yıkar. Kutsal Kitap ile ilgili eleştirilere aşina olan herkes tarafından iyi bilinen bir gerçektir; yani, hatırı sayılır tüm yetkililer Romalılar 8:1 ayetinin ikinci cümlesini reddetme konusunda hem fikirdirler. 4 Bu durum, yalnızca onaylayan bir eleştiri meselesidir ve her sağduyulu eleştirinin yapması gerektiği gibi sonuçta gerçek ruhsal bir zihin herhangi hiç bir eleştiri bilgisi olmaksızın doğru hedefe ulaşacaktır.

Ama, bu konu hakkında ileri sürülen her şeye ek olarak şu düşüncenin ortaya çıkmasını düşünmeden edemiyoruz, “benliğe göre değil, Ruha göre yürüyenler”! 4.ayette 1.ayetin yanlış yerde olduğuna dair bol kanıt oluşmaktadır. Kutsal yazılarda, bir fazlalık ya da ağdalı bir ifadenin var olduğu düşüncesini bir an için bile kabul edemeyiz. Şimdi 4.ayette, konu, bir yürüyüş ile ilgilidir; yasanın doğruluğu [ bu sözcüğe dikkat edin – dikaioma] ile ilgili konu bizim bunu yerine getirip getirmememiz ile ilgilidir; bu yüzden cümle doğru yerindedir ve bu yere tanrısal bir şekilde uyum sağlamaktadır. Ruhta yürüyen –her imanlının yapması gerektiği gibi -  bir kişi yasanın doğruluğunu yerine getirir. Sevgi, yasanın yerine getirilmesidir. Ve sevgi bizi on buyruğun asla yapamayacağı bir şekilde, düşmanlarımızı sevmeye yönlendirir. Ne kutsallık seven biri ne de uygulamalı doğruluğun bir savunucusunun yasal zemini terk etmiş olduğu gibi yanlış bir korkuya kapılması gerekmez; gerçek Hristiyanlığın yükseltilmiş platformundaki yerini almalıdır – Sina dağından Siyon dağına dönmelidir- Musa’dan Mesih’e geçiş yapmalıdır. Hayır; o yalnızca daha yüksek bir kaynağa, daha derin bir pınara, daha geniş bir kutsallık ve doğruluk alanına ve uygulamada itaate ulaşır.

Ve sonra eğer bir kişi şu soruyu sorması gerektiği ihtiyacını hisseder ise, “İzlemekte olduğumuz düşünce çizgisi yasanın karakteristik çizgisinden çalma eğilimini göstermemekte midir?” Bu soruya yanıtımız, “kesinlikle ’hayır’” olacaktır. Hristiyanlığın tüm ayrıcalıklarının, bereketlerinin, saygınlıklarının ve yüceliklerinin hepsinin çürümez temelini oluşturan bu değerli iş aracılığı ile yasa şimdiye kadar hiç olmadığı şekilde önemsenmiş, haklı çıkarılmış ve yüceltilmiş olmaktadır.

Kutsal elçi bu konu ile ilgili beklentisini Romalılara yazdığı mektubun ilk kısmında şöyle yanıtlar: “Öyle ise biz iman aracılığı ile kutsal yasayı geçersiz mi kılıyoruz? Hayır, tam tersine; yasayı doğruluyoruz.” Romalılar 3:31. Yasa, Rab İsa Mesih’in yaşamında ve ölümünde en yüce şekilde doğru çıkarılmış, onurlandırılmış ve yüceltilmiştir. Herhangi biri bir an için Hristiyanları yasa altına koymak ile yasayı yüceltmek gibi abartılı bir düşünceyi aklına getirmek isteyebilir mi? Okuyucunun bunu yapmayacağından kesinlikle eminiz. Ah, hayır! Yeni yaratık olmanın ışığında yürüme ayrıcalığına sahip olan kişiler tarafından bu tür şeylerin tamamen terk edilmeleri gerekir; onların yaşamları Mesih’tir ve doğrulukları Mesih’tir. Aynı zamanda kutsallıkları da Mesih’tir; Mesih, onların yüce örneğidir, Mesih her şeydedir ve onların her şeyidir. Bu kişiler itaat etmek için ihtiyaç duydukları motifi ihlal edilmiş bir yasanın lanetlerinden korkarak değil, Mesih’in sevgisine güvenerek bulurlar. Bizi zorlayan, Musa’nın yasası değil, “Mesih’in sevgisidir. Yargımız şu: Biri, herkes için öldü; öyle ise hepsi öldü. Öyle ki, yaşayanlar artık kendileri için değil, kendileri uğruna ölüp dirilen Mesih için yaşasınlar.” 2.Korintliler 5:14,15.

Yasa şimdiye kadar itaat üretebilmiş midir? İmkansız! Ama tüm lütfun Tanrısına sonsuza kadar övgüler olsun ki, “Yasanın yapamadığını” – yasa kutsal, doğru ve adil olduğu için değil, ama “benlik yasa karşısında güçsüz olduğu için” – işçi ile ilgili bir sorun yoktur, ama malzeme çürümüştür ve hiç bir işe yaramaz durumdadır. Ama, “insan benliğinden ötürü güçsüz olan Yasa’nın yapamadığını Tanrı yaptı. Öz Oğlu’nu günahlı insan benzerliğinde yargıladı, öyle ki, yasanın gereği benliğe göre değil, Ruh’a göre yaşayan bizlerde yerine gelsin.” – Mesih ile birlikte yüceltilmiş olan ve Kutsal Ruh tarafından yeni ve sonsuza kadar kalıcı gücün içinde Kutsal Ruh tarafından O’nun ile birleştirilmiş olan kişi “benliğe göre değil, Ruh’a göre yaşayacaktır.”

Bu ve yalnızca bu gerçek ve uygulamalı Hristiyanlıktır. Ve eğer okuyucu Galatyalılar mektubunun ikinci bölümüne dönecek olur ise orada yine kutsal elçinin bu konuda yazılmış olan sözlerinin tekrar edildiğini görecektir; Bu bölümde Hristiyan yaşamının ve yürüyüşünün özel yüceliği, tanrısal güç ve doluluk ile kendini tekrar gösterir. Pavlus burada, Mesih’in sevgili ve onurlu hizmetkarı Petrus’u, (Kefas) kendine özgü zayıflığı nedeni ile Tanrının lütfunun müjdesinin, canı yerleştirmiş olduğu o yüce manevi yerden aşağı düşmesine sebep olan davranışı yüzünden Rabbe sadakati ile bağlantılı olarak azarlar. Burada okuyucu için yapabileceğimiz en iyi şey paragrafın tamamını alıntı olarak yazmaktır. Bu paragrafın her cümlesi ruhsal gücün düşünceleri ile doludur.

“Ne var ki, Kefas (Petrus) Antakya’ya geldiği zaman, suçlu olduğu için ona açıkça karşı geldim. Çünkü Yakup’un yanından bazı adamlar gelmeden önce Kefas (Petrus) öteki uluslardan olanlar ile birlikte yemek yerdi. Ama o adamlar gelince sünnet yanlılarından korkarak sünnetsizlerden uzaklaştı ve onlar ile yemek yemez oldu. Öbür Yahudiler de onun gibi iki yüzlülük ettiler. Sonra Barnaba bile onların iki yüzlülüğüne kapıldı. Müjde gerçeğine uygun davranmadıklarını gördüğü zaman, hepsinin önünde Kefas’a (Petrus) şöyle dedim: ‘Yahudi olduğun halde Yahudi gibi değil, öteki uluslardan biri gibi yaşıyorsun, nasıl olur da ulusları Yahudi gibi yaşamaya zorlarsın? Doğuştan Yahudi olan bizler öteki uluslardan olan ‘günahlılar’ değiliz. Yine de insanın kutsal yasanın gereklerini yaparak değil, İsa Mesih’e iman ederek aklandığını biliyoruz. Bunun için biz de yasanın gereklerini yaparak değil, Mesih’e iman ederek aklanalım diye Mesih İsa’ya iman ettik. Çünkü hiç kimse Yasanın gereklerini yaparak aklanmaz. Mesih’te aklanmak ister isek kendimiz günahlı çıkar isek Mesih günahın yardakçısı mı olur? Kesinlikle hayır (ya da ‘böyle bir düşünce bizden uzak olsun, [me genoito])! Yıktığımı yeniden kurar isem yasayı çiğnediğimi kanıtlamış olurum. Çünkü ben Tanrı için yaşamak üzere yasa aracılığı ile yasa karşısında öldüm. Mesih ile birlikte çarmıha gerildim. Artık ben yaşamıyorum, Mesih bende yaşıyor. Şimdi bedende sürdürdüğüm yaşamı beni seven ve benim için kendini feda eden Tanrı Oğlu’na iman ile sürdürüyorum. Tanrının lütfunu geçersiz saymış değilim. Çünkü aklanma yasa aracılığı ile sağlanabilse idi o zaman Mesih boş yere [dorean] ölmüş olur idi.” Galatyalılar 2: 11-21.

O zaman burada karşımıza çıkan bu paragrafta uygulamalı Hristiyanlığın gerçeği ile ilgili başka hiç bir yerde bulunamayacak kadar güzel bir ifadeye sahibiz. Ama burada şu anda şimdi özellikle dikkatimizi çeken şey şudur: Tanrının müjdesi bu dikkat çekici ve güzel yol ile gerçek imanlının yolunu açar ve bir yandan yasacılığın iki ölümcül hatası arasında öte yandan dünyasal gevşeklik arasında hangi yoldan gitmesi gerektiğini gösterir. Bölümde biraz önce alıntısı yapılan 19.ayet bu her iki ölümcül kötülüğün tanrısal çözümünü kapsar. Her nerede ve her kim imanlıyı, herhangi bir şekilde yasa altına koymak ister ise elçimiz başlarında olan Petrus ile birlikte iki yüzlülük eden Yahudilerin ve her çağın tüm yasa öğretmenlerinin kulaklarına bir yanıt olarak “Ben yasa karşısında ölüyüm” diye hiddetle bağırmaktadır.

Yasanın ölü bir kişiye ne söylemesi gerekir? Hiç bir şey! Yasa ancak yaşayan bir kişiye onu lanetlemek ve öldürmek için uygulanır, çünkü kişi yasayı yerine getirememiştir. Yasanın ölü olduğunu ya da kaldırıldığını öğretmek gerçekten de çok ciddi bir hatadır. Biz burada bu tür bir durumdan söz etmiyoruz. Yasa tüm gücü ile, tüm sıkılığı ile, tüm görkemi ile ve tüm bükülmez saygınlığı ile diridir. Cinayetin İngiltere Yasasının karşısında ölü olduğunu söylemek çok ciddi bir hata olur idi. Ama eğer bir kişi ölü ise yasa artık ona uygulanamaz; çünkü ölen kişi yasanın bölgesinden tamamen dışarı çıkmıştır.

Ama nasıl oluyor da imanlı yasa karşısında ölü oluyor? Elçi, bu soruya şu yanıtı verir:” Yasa karşısında yasa aracılığı ile ölüyüm.” Yasa, onun vicdanına ölüm infazını getirmiş idi; Romalılar mektubunun 7.bölümünde okuduğumuz gibi “Bir zamanlar yasanın bilincinde değil iken diri idim, ama buyruğun bilincine vardığım zaman, günah dirildi, ben ise öldüm. Buyruk da bana yaşam getireceğine, ölüm getirdi. Çünkü günah buyruğun verdiği fırsat ile beni aldattı ve buyruk aracılığı ile beni öldürdü.” Romalılar 7:9-11.

Ama tüm bu yazılanlardan daha fazlası da vardır. Elçi sözlerine şöyle devam eder: “Ben Mesih ile birlikte çarmıha gerildim. Artık ben yaşamıyorum, Mesih bende yaşıyor.” Ve bir imanlının tüm bu söylenenlere vereceği karşılık şudur: Musa’nın yasası iptal edildiği için Yahudilerin artık altında yaşamak üzere çağrıldıkları yasal bir sınırlama talebi mevcut değildir. Benlik için özgürlük arayan herkese verilecek yanıt şudur: “Ben yasa karşısında ölüyüm.” Öyle ki, benliğin egemenliğine fırsat tanımayayım ve “Tanrı için yaşayabileyim.”

Böylece bu yukardaki ifade, gerçek imanlının bir yandan yasacılığa diğer yandan da gevşekliğe vereceği yanıtların en eksiksizi ve en güzeli olacaktır. Benlik çarmıha gerilmiştir; günah yargılanmıştır; Mesih’te yeni yaşam alınmıştır; bu yaşam Tanrı için yaşanacak bir yaşamdır; Tanrının Oğlu’na iman yaşamı ve bu yaşamın motive eden kaynağı Mesih’in zorlayan sevgisidir. Bundan daha üstün ne olabilir? İmanlıları yasa altına koymaya razı olan Hristiyanlığın manevi yüceliklerinin gözünde herhangi biri bu yücelikleri benliğe geri mi verecektir – eski yaratığa geri dönmek – vicdandaki ölüm infazına geri dönmek- esarete, karanlığa, uzaklığa, ölüm korkusuna ve suçluluk duygusuna ya da mahkumiyete geri dönmek?

Tanrının üstün berekete sahip müjdesinin göksel tatlılığını en küçük ölçüde dahi olsa tatmış olan birinin, Hristiyanlığın cana sunmakta olduğu yarısı yasa ve yarısı lütuf ile birleştirilmiş olan sefil ve karışık bu sistemi kabul edebilmesi mümkün müdür? Tanrının çocuklarının, Mesih’in bedeninin üyelerinin ve Kutsal Ruhun tapınaklarının görkemli ayrıcalıklarının çalındığı ve ağır bir boyunduruk ile yük altında bırakıldıkları bir şekilde görmek ne kadar dehşet vericidir! Petrus bu konuda şöyle demiştir: “Ne atalarımızın ne de bizim taşıyamadığımız ağır bir yük!” İmanlı okuyucuya çok ciddi bir şekilde önüne konulmuş olan bu bilgiler hakkında düşünmesini rica ediyoruz. Kutsal yazıları araştırın ve eğer anlattıklarımızın doğru olduklarını görürseniz o zaman Hristiyanlığın aldatıcı adanmışlıkları ile kuşatılmış olan ölüm giysilerini sonsuza kadar bir kenara fırlatın. Ve Mesih’in, halkını özgür kılmış olduğu özgürlükte yürüyün; insanların gözlerini bağlayan bantları söküp atın ve Tanrının lütfunun müjdesinde göksel bir ışık ile parlayan manevi yüceliklere gözlerinizi dikin.

Ve sonra yasanın asla yapamayacak olduğunu lütfun yaptığını kutsal, mutlu ve lütufkar bir yürüyüş ve konuşma ile kanıtlayalım. Pratik yollarımızın her geçen gün olayların, koşulların ve yaşamak için çağrılmış olduğumuz ilişkilerin ve beraberliklerin ortasında bir yaşam biçimi olarak yasaya razı olan herkese en ikna edici yanıtı vermelerini sağlayalım.

Son olarak söylemek istediğimiz şudur: en ciddi, en sevecen arzu ve hedefimiz elimizden geldiğince şu olmalıdır; Tanrının tüm sevgili çocuklarını diriltilmiş ve yüceltilmiş bir Mesih’teki konumları ve ayrıcalıkları ile ilgili daha net bir şekilde bilgilendirmek! Rab bize Kutsal Ruhunun gücü aracılığı ile Kendi ışığını ve Kendi gerçeğini göndersin ve sevgili halkını Kurtarışının sevinci içinde, Varlığının saflığı ve ışığında yürümeleri için çevresinde toplasın ve O’nun gelişini beklemeleri için destek olsun!

Yasanın Tekrarı kitabının dördüncü bölümünün çok uzatılmış bir konu dışılığına sahip olduğunu düşünecek olan bazı okuyucular olabilir belki, ama bundan dolayı herhangi bir özür dileme girişiminde bulunmayacağız. Gerçek şudur: Bu bölümün başlangıcında alıntısı yapıldığı gibi bölümün ilk ayeti aracılığı ile pratik gerçeğin çok ihtiyaç duyulan bir çizgisi olarak yargıladığımız bir yönde ilerledik. Çünkü mutlaka böyle olmasının gerektiğini hissettik; itaat gibi ağır bir mesele üzerinde konuştuk. Ve böylece itaati gerçek zeminine oturtmak istedik. Eğer İsrail, “Kulak ver ve yap” ifadesi ile çağrıldı ise biz, böylesine zengin bir şekilde bereketlenmiş olanlara aynı çağrının yapıldığı çok daha kesin değil midir? – evet, “İsa Mesih’te göksel yerlerde tüm ruhsal bereketler ile bereketlendik.” Bizler, itaate hatta İsa Mesih’in itaatine çağrıldık; 1.Petrus’un1.bölümünde bunu okumaktayız: “İsa Mesih’in sözünü dinlemeniz ve O’nun kanının üzerinize serpilmesi için Baba Tanrının ön görüsü uyarınca Ruh tarafından kutsal kılınarak seçildiniz. Lütuf ve esenlik artan ölçüde sizin olsun.” Bizler de kutsal Rabbimiz İsa Mesih’in yaşamında işaret edilen itaatin aynı özelliğine çağrıldık. O’nda elbette engel olan hiç bir etki bulunmamakta idi. Ama bizim içimizde itaate engel olan etkiler vardır. Ama itaatin karakterine gelince durum değişmez.

Bu ayrıcalık, yoğun bir ayrıcalıktır. Biz İsa Mesih’in ayak izlerinde yürümeye çağrıldık. “O’nda kaldığını söyleyen kişinin onun yürüdüğü gibi yürümesi gerekir.” Şimdi Rabbimizin yolu üzerinde düşünür iken O’nun eşsiz yaşamına bakar iken bizim derin ve saygılı bir dikkatimizi talep eden bir nokta vardır. Bu nokta, kendisini çok özel bir şekilde Yasanın Tekrarı kitabı ile birleştirir ve O, Tanrının sözünü her zaman bu şekilde kullanmıştır – O’nun sözlerinde her zaman kutsal yazılara yer verilmiştir. Biz şu anda bunun olası en son önem taşıyan konu olduğunu düşünüyoruz; şu anda meşgul olduğumuz güzel kitabın tamamı boyunca önde gelen bir yer tutar. Gerçekten de daha önce belirtmiş olduğumuz gibi bu konu kitabın özelliğidir ve Kutsal Kitap’ta ondan önce gelen üç kitaptan bazı özellikleri nedeni ile farklıdır. Kitapta ilerledikçe bu konuda çok bol kanıtlar ve örnekler göreceğiz. Tanrının sözü her yerde tek kural, tek ölçüt ve insan için tek yetki olarak kendi üstün yerine sahip olur. Tanrı sözü insanı, onun her konumunda, her ilişkisinde, her eylem alanında ve ahlaki ve ruhsal tarihinin her aşamasında karşılar. Tanrı sözü insana ne yapması gerektiğini ve ne yapmaması gerektiğini anlatır. İnsanın karşılaştığı her zorlukta insanı ayrıntılı bir rehberlik ile donatır. Tanrı sözü görecek olduğumuz gibi en dakik ayrıntılara kadar iner. Bunlar öyle ayrıntılardır ki, Her Şeye Gücü Yeten’i ve Kudretli Olan’ı düşünür iken bizi şaşkınlığa düşürür ve hayranlık ile doldururlar. Çünkü sınırsız evreni Yaratan ve onu devam Ettiren bir kuşun yuvasının durumu ile ilgilenecek kadar ayrıntılara inecek kadar mükemmeldir ve sevgi doludur. “Yolda rastlantı ile ağaçta ya da yerde bir kuş yuvası görür iseniz ve ana kuş eğer yumurtaların ve yavruların üzerinde oturuyor ise anayı yavruları ile birlikte almayacaksınız. Yavruları kendiniz için alabilirsiniz, ama anayı kesinlikle özgür bırakacaksınız.” Yasanın Tekrarı 22: 6).

Edebiyat tarihinde tek başına eşsiz bir şekilde ayakta duran o mükemmel ve sınırsız kitap, o eşi benzeri olmayan Açıklama, yani Tanrı Sözü işte böylesine mükemmeldir. Ve Yasanın Tekrarı kitabına ait olan başka bir özel ve çekici özellik de Tanrının sözünü yüceltmiş olduğu ilginç yoldur. Ve bu yol bizi kutsal, mutlu ve tereddütsüz itaat için güçlendirir.

Evet, yine tekrar ediyoruz ve tereddütsüz itaat sözlerini hararetli bir şekilde vurgulamak istiyoruz. Yeryüzünün her yerine ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanların kulaklarında bu seslerin yankılanması en büyük arzumuzdur. Özellikle insan mantığının, insan yargısının ve insan isteğinin ortaya konduğu biz zaman döneminde yaşıyoruz. Özetleyecek olur isek, esin ile yazan elçinin söylemiş olduğu gibi “insanın gününde” yaşıyoruz. Ne tarafa dönsek, karşımıza çıkan insan mantığı ile ilgili kibirli ve övüngen sözler ve her insanın kendisi adına yargıda bulunma ve mantık yürütme için hakka sahip olmasıdır. Mutlak bir şekilde ve tamamen kutsal yazıların yetkisi tarafından yönetilme düşüncesi ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin dindar rehberleri ve öğretmenleri olan binlerce kişi tarafından egemen bir küçümseme düşüncesi ile karşılanır. Esin ile yazılmış kutsal yazıların mutlak yetkisine saygı ile inanan herkesin dar düşünceli ve cahil olarak damgalanması sık görülen bir durumdur. Üniversitelerimizde, kolejlerimizde ve okullarımızda Tanrısal Kitabın manevi yüceliği hızlı bir şekilde silinip gitmekte ve genç insanlarımız bunun yerine bilimin ışığında ve insan mantığının ışığında yürümeye yönlendirilirler ve kendilerine bu konuda öğretiş verilir. Tanrının sözünün kendisi insan ölçütü ile yargılanır ve insan anlayışının seviyesine indirilir. İnsanın zayıf görüşünün ötesine doğru kanat açan her şey reddedilir.

Böylece Tanrının sözü ne yazık ki bir kenara bırakılmış olur. Çünkü eğer kutsal yazılar insan yargısına boyun eğecek olurlar ise o zaman Tanrının sözü Tanrının sözü olmaktan çıkar. Tanrısal olduğu için mükemmel olan bir açıklamaya boyun eğmemeyi düşünmek dahi akılsızlığın en büyüğüdür. Tanrı bize bir açıklama ya vermiştir ya da vermemiştir. Eğer bir açıklama verdi ise o zaman bu açıklamanın en yüksekte olan, en üstün, tüm soruların üzerinde ve ötesinde, kesinlikle sorgulanamaz, hatasız ve tanrısal olması gerekir. Tanrı sözünün yetkisine herkesin tek bir soru sormadan boyun eğmesi gerekir. Bir an için insanın, Tanrının sözünü yargılama gücüne sahip olduğunu varsayalım; Tanrının söylediğinin değerli olup olmadığını söylemek ya da yazmak insanı Tanrının yerine koymak olduğu kesindir. Ve işte şeytanın da tam olarak hedeflediği şey budur; araç olarak kullandığı kişilerin çoğu bunun farkında olmasalar dahi şeytana tasarıları konusunda yardımcı olmaktadırlar.

Ama sürekli olarak birden önümüze çıkan bir soru vardır: “İngilizce Kutsal Kitabımızda Tanrının hilesiz ya da gerçek açıklamasına sahip olduğumuzdan nasıl emin olabiliriz?” Yanıtımız şu olacaktır; “Tanrı bu konuda bizim emin olmamızı sağlayabilir.” Eğer Tanrı bizi emin kılmaz ise bunu başka hiç kimse yapamaz. Eğer bizi O emin kılar ise başka kimseye ihtiyacımız yoktur. Temelimiz budur ve bu temel üzerinden kesinlikle ayrılmayız. Bu tür inançsız bir soru sormaya başlayan herkese bizim de şu soruyu sormamız gerekir – çünkü böyle bir durumda içtenlikle bunu yapmamız gerekir: diyelim ki Tanrı, bize bizim sıradan İngilizce Kutsal Kitabımızda bu mutlak güven kesinliğini veremedi, o zaman O’nun değerli ve eşsiz açıklamasına gerçekten sahip olan bizlerin güvence için nereye dönmemiz gerekir? Bu konudaki tek bir kuşku bile işkence ve sefalettir. Eğer Tanrıdan bir açıklamaya sahip olduğumdan emin değil isem, yürüyeceğim yolda tek bir ışık ışını olmadan tek başıma bırakılmışım demektir. O zaman bir karanlık, hüzün ve zihinsel sefalet içine batmış bir durumdayımdır. Ne yapmam gerekir? İnsan, bana kendi öğretişi, kendi bilgeliği ya da kendi mantığı aracılığı ile yardımcı olabilir mi? Kendi kararları aracılığı ile benim canımı tatmin edebilir mi? Benim güçlüğümü çözebilir, sorumu yanıtlayabilir, kuşkumu dağıtabilir ya da korkumu yok edebilir mi? Tanrının sözü hakkındaki güvenceyi bana kim daha iyi verebilir? İnsan mı, Tanrı mı?

Böyle bir şeyin düşüncesi bile kesinlikle fecidir – korkunçluğun en yüksek aşamasıdır. Değerli okuyucu, sade gerçek şudur: eğer Tanrı söylemiş olduğu sözün kesinliği konusunda bize güvence veremiyor ise o zaman O’nun sözünden de ayrı bırakılmış oluruz. Adını ne koymak isterseniz onu koyun, eğer canlarımızın Tanrının sözü konusunda garanti alması için insan yetkisine dönmemiz gerekiyor ise o zaman insan yetkisi kendisini garanti eden Tanrı sözünden daha yüce, daha büyük ve daha güvenli ve emin olmuş olur. Ama Tanrıya övgüler olsun ki bu doğru değildir, doğru olamaz! Tanrı yüreklerimize konuşmuştur. Tanrı bize sözünü vermiştir ve bu söz kendi güvencesini beraberinde taşır. Nasıl!? Diri Tanrının sözüne güvenmek için insana mı dönmek? Böyle bir davranış Tanrının bize sözünde konuşmuş olduğuna dair bir solucandan güvence istemekten farksız olur! Artık bu küfürbaz düşünceyi sonsuza kadar aklımızdan silip atalım ve tüm manevi varlığımız eşi benzeri olmayan lütfun güçleri, bizi zihnimizin karanlığında bırakmayan egemen merhamet ile dolsun ve insanların çekişmeli düşüncelerinden etkilenmeyelim. Çünkü Tanrı bize Kendi mükemmel ve en değerli açıklamasını vermiştir; O’nun sözünün tanrısal ışığı ayaklarımıza kesinlik ve esenlik yolunda rehberlik eder. Anlayışımızı aydınlatır ve yüreklerimizi teselli eder ve bizi hatalı öğretiş ve manevi yoksunluğun her türünden korur ve son olarak bizi göksel krallığının huzuruna, bereketine ve yüceliğine alacaktır. Sonsuz çağlar boyunca tüm övgüler O’nun eşsiz adına olsun!

Ama o sözünü etmiş olduğumuz o harika ayrıcalığın – ve gerçekten de harikadır – çok ciddi bir sorumluluğun temeli olduğunu aklımızda tutmamız gerekir. Eğer Tanrının, sınırsız iyiliği ile bize düşüncesi ile ilgili mükemmel bir açıklama verdiği doğru ise o zaman bizim bu konudaki davranışımızın nasıl olması gerekir? Açıklamayı yargılamaya mı kalkmamız gerekir? Tartışmamız ya da bu konuda mantık yürütmemiz mi gerekir? Ne yazık! Çünkü herkes böyle yapıyor. Böyle yapan kişiler kendilerini korkunç tehlikeli bir zemin üzerine koymaktalar. Tanrının açıklamasının huzurunda insanın tek gerçek, tek uygun ve tek güvenilir davranışı itaat olacaktır – sade ve içten, Kutsal ruhun sağladığı istek ve güç aracılığı ile gerçekleşen bir itaat. Bu davranış bizim için tek doğru davranıştır ve aynı zamanda Tanrıyı da hoşnut eden  davranıştır. İtaat yolu, en tatlı ayrıcalığın, huzurun ve bereketin yoludur. Bu yolda Mesih’teki en yeni bebek, bu yoldaki gençler ve atalar gibi yürüyebilir. Herkes için tek doğru ve bereketli bir yol mevcuttur. Evet, hiç kuşkusuz, bu yol dardır! Ama, ah! Bu yol ne kadar da güvenilir, parlak ve yücedir. Bu yolu onaylamış olan atalarımızın ışığı her zaman bu yol üzerinde parlar ve itaat eden can bu bereketli ışıkta karşı düşüncede olan kişilere vereceği en zaferli yanıtı bulur. Tanrının itaatkar çocuğu düşünce özgürlüğü, insan zihninin seçimi ve gelişimi gibi kibirli sesler çıkartan kişilerin yanlış düşünceleri ile başa çıkabilir, çünkü Tanrının değerli sözü aracılığı ile belirlenmiş olan bir yolda yürüdüğünü hisseder ve bilir ve buna inanır ve bundan emindir. İtiraz eden, karşı çıkan ve azarlayan kişilerin Tanrının açıklamasını anlayacak ya da takdir edecek güçte olmadıklarını kesin olarak hissettiği için açıklama yapma ya da özür dileme konusunda kaygı duymaz. Ve ayrıca, açıklama ya da savunma yapmanın onun payına düşen bir görev olmadığını hisseder. Onun yalnızca itaat etmesi gerekir ve konu itiraz eden ve karşı çıkanlara geldiği zaman o kişileri Efendisine devretmesi gerektiğini bilir.

Tüm bunlar her şeyi çok sade, çok basit ve çok kesin hale getirir. Ve yüreği binlerce zorluktan ve karışıklıktan kurtarır. Eğer soru soran ya da güçlük çıkartan herkese yanıt vermek zorunda olsa idik, yaşamımızın tamamını yararsız bir görev yapmış olarak geçirmiş olur idik. İtiraz eden tüm inançsızlara verilecek olası en iyi yanıtın düzenli ve gayretli bir şekilde itaat yolunda yürümek olduğunu söyleyerek huzurlu kalabiliriz. İnançsızları, kuşkucuları ve akılcıları kendi değersiz teorileri ile baş başa bırakalım ve biz kendi değişmez amacımız ile o bereketli itaat yolunu izleyelim ve biz o yolda yürür iken ışığımız giderek daha çok parlasın. Böylece zihinlerimiz sakin olarak korunsun, çünkü Tanrının tüm insan kavrayışını aşan esenliği İsa Mesih aracılığı ile zihinlerimiz ve yüreklerimizde garnizon kursun. Göklerde sonsuza kadar kalıcı olan Tanrı sözü yüreklerimizin derinliklerinde gizlidir; böylelikle, imanlı kariyerimizde sakin bir kesinlik, kutsal bir denge ve dikkat çeken bir ilerleme olacak ve tüm bunlar itiraz eden kişiler için olası en iyi yanıt ve Tanrının gerçeği için en etkin tanıklık olacaklardır; dalgalanan her yüreğin en ikna edici kanıtı ve sağlam onayı bu olacaktır.

Önümüzdeki bölüm Tanrının sözünü duymuş oldukları gerçeğinin temeli üzerinde İsrail’e verilen en ciddi öğütleri bol miktarda içerir. Bu nedenle ikinci ayette her imanlının yürek tabletlerine derin bir şekilde kazınması gereken bir ya da iki cümleye yer verilmiştir. Size verdiğim buyruklara hiç bir şey eklemeyin ve hiç bir şey çıkarmayın. Ama size bildirdiğim Tanrınız Rabbin buyruklarına uyun.”

Bu sözler Tanrının sözü ile ilgili iki büyük gerçeği kapsarlar. Tanrının sözüne hiç bir şey eklenmemelidir, nedeni, tüm nedenler içinde en basit olanıdır; çünkü Tanrının sözünde eksik olan bir şey olamaz. Tanrının sözünden hiç bir şey çıkarılmamalıdır, çünkü Tanrının sözünde fazla olan hiç bir şey yoktur. İstediğimiz her şey Tanrının sözünde mevcuttur ve onsuz yapamayacağımız her şey Tanrının sözünde zaten mevcuttur. “O’nun sözlerine hiç bir şey eklemeyin ki, sizi azarlamasın ve siz bir yalancı konumuna düşmeyin.” Tanrının sözüne bir şeyler eklenmesi gerektiğini zannetmek o sözün Tanrının sözü olduğunu inkar etmektir ve öte yandan eğer onun Tanrı sözü olduğunu kabul ediyor isek, o zaman o bereketli gereksinim ile karşılaşırız; öyle ki Tanrının söylediği tek bir cümle olmaksızın yaşamayı başaramayız. Eğer tek bir cümle dahi Kutsal Kitaptaki yerinden çıkartılır ise kitapta hiç bir insan elinin dolduramayacağı bir boşluk oluşacaktır. İstediğimiz her şeye sahibiz ve bu yüzden ekleme yapmamamız gerekir. Tanrı sözünün hepsini istiyoruz ve ondan çıkarma yapmamamız gerekir.

İnsanın Tanrının sözü ile oynadığı günümüzde tüm bunlar ne kadar derin bir önem taşır! Böylesine tanrısal mükemmellikte bir kitaba sahip olduğumuzu bilmek ne büyük bir berekettir! Böyle bir kitaba tek bir cümle, ve tek bir sözcük dahi eklenemez. Burada sözünü ettiğimiz elbette çeviriler değil, Tanrı tarafından orijnal olarak verilen  - O’nun mükemmel açıklaması - kutsal yazılardır. Böyle bir Açıklamaya tek bir dokunuşta dahi bulunulamaz. Hiç bir insan parmağı sabah tüm Tanrı oğulları birlikte şarkı söylerler iken Tanrının yaratılışına dokunmaya cesaret etmemiştir; aynı şekilde Tanrının esin yolu ile yazdırdığı sözüne tek bir nokta dahi eklenemez ya da ondan tek bir nokta dahi çıkartılamaz. Ve öte yandan Tanrının sözünden bir nokta çıkarmak Kutsal Ruhun kaleme aldığı şeyin gereksiz olduğunu söylemektir. Böylelikle Kutsal Kitap hem başında hem sonunda tanrısal bir şekilde korunur ve çevresine böyle bir güvenli çit çevrilmesinin nedeni kaba bir elin onun kutsal içeriğine dokunmasına engel olmak içindir.

Tüm bunlara karşılık olarak şu sözler söylenebilir: “Nasıl? Yani sen şimdi Yaratılış kitabının başlangıç ayetlerinden Vahiy kitabının sonuna kadar her satırın tanrısal esin ile mi yazıldığını söylüyorsun?” Evet, bunu söylüyorum; bizim üzerinde bulunmamız gereken zemin tam olarak budur. Kitabın başından sonuna kadar her satırının tanrısal bir orijine sahip olduğunu söylüyoruz. Bunu sorgulamak, Hristiyan imanının en sağlam sütunlarına saldırmak anlamına gelir. Kutsal Kitaptaki tek bir hata onun Tanrıdan olmadığını kanıtlamak için yeterli olacaktır. Binadaki tek bir taşa dokunmak onu çevremizdeki bir enkaz haline getirmek olur. “Kutsal yazıların tümü tanrı esinlemesidir. Ve öğretmek, azarlamak, yola getirmek, doğruluk konusunda eğitmek için yararlıdır. Bunlar sayesinde Tanrı adamı her iyi iş için donatılmış olarak yetkin [artios] olur. (2.Timoteos 16,17).

Bu kalenin ne olur ise olsun teslim edilmemesi gerekir. Aksine, her inançsız saldırı karşısında azim ile tutulması gerekir. Eğer bu kaleden vazgeçilir ise o zaman her şey umutsuz bir şekilde kaybolur. Üzerine dayanacağımız hiç bir şeye sahip olamayız. Ya Tanrının sözü mükemmeldir ya da imanımız için herhangi bir tanrısal temele sahip olmaksızın bırakılmış bir halde kalırız. Eğer Tanrının bize vermiş olduğu açıklamada gereğinden fazla ya da gereğinden az bir sözcük mevcut ise o zaman pusulası olmayan bir gemiye benzeriz ve inançsız düşüncenin korkunç ve vahşi okyanusunda sürüklenip dururuz. Kısaca özetleyecek olur isek, eğer mutlak mükemmellikte bir açıklamaya sahip değil isek biz insanlar arasındaki en sefil insanlar olmuş oluruz.

Ama, yine de şu tür bir soru ile bize şöyle meydan okunabilir: “1.Tarihler kitabının ilk bölümünün başında uzun bir isim listesinde yer alan o soylar ile ilgili satırların hepsi de tanrısal esin ile mi yazılmışlardır? Bizim öğrenmemiz için mi yazılmışlardır? Ve eğer öyle ise o zaman onlardan öğrenmemiz gereken şey nedir?” Burada hemen hiç tereddüt etmeden o satırların hepsinin tanrısal esin ile yazılmış olduklarına inandığımız saygı ile belirtelim. Ve onların her ne olurlar ise olsunlar değerli, ilginç ve önemli olduklarının yavaş yavaş tam olarak kanıtlanacaklarına ve o dönemde yaşamış olan kişilere özellikle uygulanacaklarına dair hiç bir kuşkumuz yoktur.

Ve sonra, bu soy ile ilgili konuda öğrenmemiz gereken şey hakkında düşüncemiz şudur: biz onların bize Tanrının, halkı İsrail ile sadakat ile ilgilendiğine dair en değerli dersi öğrettiğine d ve onlara olan sevecen ilgisini gösterdiğine inanıyoruz. Tanrının gözü her çağda onlar dağılsalar ve insani görüş açısından uzaklaşsalar bile her kuşakta halkının üzerindedir. Tanrı, on iki oymak ile ilgili her şeyi bilir ve uygun zamanda onları göz önüne serecek ve yazgıları olan miraslarına- Kenan diyarına -  İbrahim, İshak ve Yakup’a vermiş olduğu uvaat uyarınca yerleştirecektir.

Şimdi, tüm bu bereketli öğretişler bizim için değil midirler? Canlarımız için tam bir refah sağlamazlar mı? Tanrımızın lütufkar bir şekilde sıkıntılarımız ile sıkılmasına ve bizim ile her an dakik bir şekilde ilgilenmesine işaret eden güvenimiz, Tanrının yersel halkı için gerçeği teyit eden en büyük gösterge değil midir? Elbette ki, kesinlikle öyledir. Ve Babamızın yüreğini ilgilendiren her konuya bizim yüreklerimizin de ilgi duyması gerekmez midir? En azından doğrudan bizi ilgilendiren herhangi bir konuya ilgi duymayacak mıyız? Babasının kendisine gösterdiği tüm özeni ve ilgiyi merak etmeyecek ve O’nun kaleminin mürekkebinden damlayan her satırı okumak için dikkat göstermeyecek Babasını seven bir çocuk var mıdır?

Bu konuda yanlış anlaşılmamızı istemem. Söylemek istediğimiz, Tanrı sözünün her yerinde var olan bölümlerin hepsinin bizim için aynı derecede ilgi ve öneme sahip olduğunu ima etmek için herhangi bir girişimde bulunmuyoruz. Birinci tarihler kitabının ilk bölümü ve Yuhanna müjdesinin on yedinci bölümü ya da Romalılar kitabının sekizinci bölümü bizi eşit derecede ilgilendirmesini ya da bizim için eşit şekilde önemli olmasından söz etmiyoruz. İlgili herhangi bir soru sorulmadıkça karşılık vermek hemen hemen gereksiz gibi görünür. Ama burada söylemek istediğimiz nokta, yukarda sözü geçen kutsal yazıların her birinin en az diğeri kadar aynı derecede tanrısal esin ile yazılmış olduklarıdır. Ve yalnızca bunu belirtmek ile kalmıyoruz ve aynı zamanda bu konuda ilerleyerek şunu diyoruz: 1.Tarihler 1.bölüm ve buna benzer bölümlerin Yuhanna 17.bölümün dolduramayacağı bir yeri doldurduğunu ve Romalılar 8.bölümün yapamayacağı bir görevi yerine getirdiğini kesinlikle söyleyebiliriz. V

Ve son olarak, tüm bunların üzerinde ve ötesinde hatırlamamız gereken şudur: esin ile yazılmış olan kutsal kitabın bir yerinin neyinin değerli olduğunu ya da neyinin değerli olmadığını yargılamak için bizler yeterli değiliz. Bizler bilgisiz ve görüşü sınırlı insanlarız ve esinin saygınlığı altında zannettiğimiz pay, Tanrının dünya ile olan yollarının tarihi hakkında çok önemli bir ilgiye ya da özellikle Tanrının halkının davranışı ile ilgili konulara değiniyor olabilir.

Kısaca özetleyecek olur isek, biz, değerli Kutsal Kitabımızın başlangıçtan sonuna kadar her satırının tanrısal esin ile yazılmış olduğuna saygıyla inanıyoruz; ayrıca, buna olan inancımız herhangi bir insan yetkisini temel almıyor. Kutsal yazılara bize yeryüzünden gelecek olan herhangi bir yetki aracılığı ile inanacak olsa idik, o zaman bu yetkiyi kutsal yazıların üstüne çıkartmış olur idik; oysa kutsal yazıların ağırlığı ve değeri bir yaratık olan insan tarafından yargılanamaz. Bu nedenle Tanrının sözünü onaylamak için artık insan yetkisine bakmayı düşünmememiz gerekir; güneşin parladığını kanıtlamak için saz mumuna ihtiyaç duyulmaz!

Hayır, değerli okuyucu, bu konuda çok net ve kararlı olmamız gerekir. Canlarımız yargıda bulunur iken ana ve önemli gerçek bizim için yaşamdan daha değerli olmalıdır – kutsal yazıların tümü Tanrı esinlemesidir! Bunu göz önünde tutarak modern kuşkuculuk, akılsızlık ve inançsızlık ile ilgili bu sakin küstahlığa ya da cürete yanıt vereceğiz. İnançsız kişileri ikna etmeye gücümüz olduğunu söylemek istemiyoruz. Tanrı bu tür kişiler ile Kendi yolları uyarınca ilgilenecek ve onları Kendi zamanında Kendi yanıtlanması mümkün olmayan kanıtları ile ikna edecektir. Bu tür inançsız kişiler ile tartışmak emek ve zaman kaybıdır. Ama yine de inançsızlığa verilecek en saygın ve etkin yanıtın her durumda Tanrı sözünün bereketli güvencesinde huzur bulan ve dinlenen yürek sükunetini şu yanıtta bulacaktır: “Kutsal Yazıların tümü Tanrı esini ile verilmiştir.” Ve yine başka bir ayet: “Önceden ne yazıldı ise bize öğretmek için sabır ile ve kutsal yazıların verdiği cesaret ile umudumuz olsun diye yazıldı.” Romalılar 15:4. Bu değerli alıntıların ilki, kutsal yazıların Tanrıdan gelmiş olduğunu kanıtlar. Diğeri ise bu kutsal yazıların bizim için gelmiş olduğunu belirtir. Her ikisi birlikte Tanrının sözüne ne bir şey eklememiz ne de ondan bir şey çıkartmamızın mümkün olamayacağını birlikte kanıtlarlar. Kutsal yazılarda hiç bir eksik ya da hiç bir fazlalık yoktur. Gerçeğin bu sağlam temeli için Rabbe övgüler olsun ve bu temelden her gerçek imanlıya akan tüm huzur ve teselli için Rabbin adı yücelsin!

Şimdi, okuyucu için Tanrı sözünün değeri, önemi ve yetkisini çok empatik bir şekilde ortaya koyan bu Yasanın tekrarı kitabının dördüncü bölümünde yer alan birkaç bölümden alıntı yaparak ilerleyelim. Kitabın tamamında olduğu gibi bu birkaç bölümde de göreceğimiz gibi mesele, özel bir tören, düzen ya da seremoni meselesi değildir; mesele, önümüze konan sözcük ne olur ise olsun, Tanrının sözünün kendisinin ağırlığı, ciddiyeti ve saygınlığıdır.

“İşte, Tanrım Rabbin buyruğu uyarınca size kurallar ve ilkeler verdim, öyle ki, mülk edinmek için gideceğiniz ülkede bunlara uyasınız.” Yasanın Tekrarı 4: 5. – Davranışlarının her konuda Tanrının buyrukları uyarınca kural altında olması ve buna göre şekillendirilmesi gerekiyor idi. Onlar için, bizim için, herkes için yoğun ve ciddi bir ilke!  - “Bu kural ve ülkelere sımsıkı bağlanın. Çünkü ne denli bilge ve anlayışlı olduğunuzu uluslara bunlar gösterecek.” Yasanın Tekrarı 4:6.

Bu sözler üzerinde özellikle duralım. Bu sözlerin bilgeliği ve anlayışı onlar bu sözleri uyguladıkları zaman ortaya konmuş olacak idi. Bilgeliklerinin ortaya konması öğrenilmiş tartışma ya da kanıtlar aracılığı ile değil, ama bir çocuk gibi ve hiç sorgulamadan itaat etmeleri aracılığı ile ortaya konacak idi. Bilgeliğin tamamı statü ve yargılarda mevcut idi, onların bu konudaki düşünce ve yürüttükleri mantıkta değil! Tanrının engin ve eşsiz bilgeliği O’nun sözünde görülüyor idi ve ulusların görüp hayran olmaları gereken şey bu idi. Tanrısal yargıların ışığı Tanrı halkının davranış ve karakterlerinde parlayacak ve bu şekilde çevredeki ulusların ilgisi onların bu hayranlık uyandıran tanıklıkları nedeni ile uyanacak ve bu tanıklığa çekilecekler idi.

Ama ah, ne kadar yazık ki, olaylar nasıl da farklı bir şekilde gelişti! İsrail’in davranışları nedeni ile yeryüzünün ulusları Tanrı hakkında ve O’nun sözü hakkında ne kadar da az şey öğrendiler! Evet, İsrail’in izlediği yollar nedeni ile Tanrının adı,  dünya ulusları arasında sürekli hakaret gördü. Tanrısal buyrukların yüce, kutsal ve mutlu temeli ile ilgilenmek yerine İsrail, çevresindeki ulusların seviyesine indi ve onların alışkanlıklarına adapte oldu, onların tanrılarına taptı ve onların yollarında yürüdü, öyle ki, bu uluslar, tanrısal statülerin alçakgönüllü bilgeliğini, saflığını ve manevi yüceliğini görmek yerine yalnızca bu kural ve ilkelere uygun davranmayarak kendilerini mahkum eden övüngen ve maneviyatları düşük bir halkın zayıflığını ve akılsızlığını gördüler. (Romalılar 2:3).

Ama Tanrıya övgüler olsun ki, halkı sözüne tanıklık etme konusunda başarısız olsa dahi Tanrının sözü sonsuza kadar durmak zorundadır. Tanrının standardı mükemmeldir ve bu yüzden asla aşağı düşürülmemesi gerekir ve eğer O’nun sözünün gücü O’nun halkının yollarında görülmüyor ise o zaman o kişilerin yollarının mahkumiyetinde parlayacaktır ve sonsuza kadar itaat yolunda yürümek isteyenler ne kadar zayıf ve değişken olarak yürüseler dahi rehberlik, huzur, güç ve bereket arzu edenler itaat yolunda kalacaklardır.

Ama yine de her şeye rağmen şu anda ilgilenmekte olduğumuz bölümde yasayı veren sadık bir şekilde halkın önünde tüm saygınlık ve manevi yüceliği ile tanrısal standardı yerleştirmek ister. Yasayı veren, itaatin gerçek etkisini onlara açıklama konusunda başarısız olmuş değildir. Onları hem Tanrının kutsal buyruklarından döndükleri takdirde karşı karşıya kalacakları tehlikeye karşı uyarır hem de yüreklerinde Tanrının güçlü isteğini hissetmelerini arzu eder. Yasa veren şöyle der: “Tanrımız Rab her çağırdığımız zaman bize yakın olur. Tanrısı kendisine böyle yakın olan başka büyük bir ulus var mı? Bu gün size verdiğim bu yasa gibi adil kuralları ve ilkeleri olan başka bir büyük ulus var mı?” Yasanın tekrarı 4: 7,8.

Burada tüm zamanlarda ve tüm yerlerde bir ulus için, bir halk için, bir ev halkı ya da bir birey için gerçek manevi yücelik söz konusudur. Diri Tanrının bize yakın olması; O’na her konuda seslenmek gibi tatlı bir ayrıcalığa sahip olmak; O’nun gücünün ve merhametinin bizler için her zaman hazır olması; O’nun kutsal yüzünün ışığının tüm yollarımızda bizi onaylayarak üzerimizde parlaması; O’nun adil kurallarının ve kutsal buyruklarının bizim pratik kariyerimizdeki manevi etkisi; O’nun bize Kendisini göstermesi ve aramızda konut kurması.

İnsanların konuştuğu hangi dil bu yukarda saydığımız ayrıcalıkların derin bereketini ortaya koyacak yeterliliğe sahiptir? Ve yine de sonsuz lütuf aracılığı ile Tanrının yeryüzündeki her çocuğunun ulaşabileceği şekilde yerleştirilmişlerdir. Ama bu, her Tanrı çocuğunun onlardan zevk aldığını söylediğimiz anlamına gelmiyor. Tam aksine.

Daha önce de görmüş olduğumuz gibi bu ayrıcalıklar lütuf aracılığı ile tanrısal söze sevgi dolu, içten ve saygılı bir itaat ile yaklaşabilmek için güçlendirilen kişiler için muhafaza edilir. Tüm meselenin değerli sırrı işte burada yatmaktadır. Bu durum eski İsrail için gerçek idi ve şimdiki kilise için de aynı şekilde gerçektir; o dönemdeki her bireysel can için geçerli idi ve şimdi de her bireysel can için tanrısal hoşnutluk insan itaatinin paha biçilmez ödülüdür. Ve ayrıca şunu da ekleyebiliriz: itaat tüm Tanrı halkının zorunlu görevi ve yüce ayrıcalığıdır. Ne ile karşılaşılır ise karşılaşılsın saf itaat bizim ayrıcalığımızdır ve görevimizdir, tanrısal hoşnutluk da bizim hali hazırdaki tatlı ödülümüzdür.

Ama zavallı insan yüreği dolaşmaya eğilim gösterir ve bizi itaatin dar yolundan geri çekmek için çevremizde pek çok etki iş görmektedir. Bu nedenle, Musa’nın kendisini dinleyenlerin yüreklerine ve vicdanlarına ciddi bir şekilde ve çok sık olarak tekrar ettiği öğütler karşısında şaşırmamamız gerekir. Musa, sevgi ile dolu geniş yüreğini çok değer verdiği topluluğun önünde gayret ile ve canı harekete geçirecek bir şekilde döker. Ve şöyle der: “Ancak gördüklerinizi unutmamaya, yaşamınız boyunca aklınızdan çıkarmamaya dikkat edin ve uyanık olun. Bunları çocuklarınıza ve torunlarınıza anlatın. Horev’de Tanrınız Rabbin önünde durduğunuz günü anımsayın. Yaşamınız boyunca Rabden korkmayı öğrenin ve çocuklarınıza da bunu öğretin.” Yasanın Tekrarı 4:9,10.

Bu sözlerin hepsi her birimiz için ciddi sözlerdir. Bu sözler önümüze söz ile anlatılması mümkün olmayacak kadar önemli olan iki şeyi koyar; yani, bireysel sorumluluk ve ev halkına olan sorumluluk – kişisel tanıklık ve ev halkına tanıklık. Eski dönemdeki Tanrı halkı yürekleri Tanrının değerli sözünden uzaklaşmasın diye yüreklerini büyük bir gayret ile muhafaza etme sorumluluğunu üstlenmiş idiler. Ve yalnızca bu kadar da değil, ama aynı şekilde çocuklarını ve torunlarını da eğitmek ve onlara öğretmek konusunda ciddi bir sorumluluğa sahip idiler. Sahip olduğumuz tüm ışık ve ayrıcalık ile bizler bu konuda eski dönemdeki İsrail’den daha az sorumluluğa mı sahibiz? Kesinlikle hayır, bizler de aynı şekilde kendimizi Tanrı sözünün özenli çalışmasına vermek için buyruk aldık. Bu buyruğu yüreklerimize uygulamamız gerekir. Günlük inanç rutinimizin bir parçası olarak birkaç ayet ya da bir bölümü telaş ile okuyup bitirmemiz yeterli değildir. Bu davranış, gerekli olan için hiç bir işe yaramayacaktır. Biz Kutsal kitabı bizim için en üstün değer yapmak ve onun içeriğinin içimize nüfuz etmesini istiyoruz; biz Kutsal Kitaptan zevk alıyoruz ve onda tazeleniyor ve yenileniyoruz.

Aramızdan bazı kişilerin gazete ve değersiz edebiyat eserlerini okumaktan zevk aldığını ve böylece tazelendiklerini düşündüklerini biliyoruz ve bu kişiler Kutsal Kitabı bir görev olarak okuyorlar; işte böyle bir tutum korkulması gereken bir tutumdur; kutsal yazılar hakkındaki bilgimizin bu kadar sığ olmasına şaşırmamız gerekiyor mu? Eğer bir kitabı soğuk bir yaklaşım ile yalnızca görev yapar gibi elimize alır ve esneyen bir kayıtsızlık içinde birkaç ayet okur isek o zaman bu kitabın diri derinliklerini ya da manevi yüceliklerini bilmemiz nasıl mümkün olabilir? Buna karşılık gazete ya da ünlü bir romanı yutarcasına okumak bize sağlayacağı  yarar ne olabilir? Hiç bir şey!

Belki karşılık olarak bu konu ile ilgili şu sözler söylenebilir: “Kutsal Kitabı her zaman okuyamayız.” Bu sözleri söyleyebilen kişiler şu şekilde de konuşabilirler mi? “Her zaman gazete ya da roman okuyamayız.” Ve şimdi, “Kutsal Kitabı her zaman okuyamayız” diyen bir kişinin gerçek konumunun ne olması gerektiği konusunda ayrıca bir araştırma yapacağız. Böyle konuşan birinin canı sağlıklı koşullar içinde olabilir mi? Bu kişi Tanrının sözünü gerçekten seven bir kişi olabilir mi? Tanrı sözünün değerliliği, üstünlüğü ve manevi yücelikleri hakkında herhangi bir anlayışa sahip olabilir mi? Mümkün değil, olamaz!

İsrail’e söylenen şu sözlerin anlamı nedir? “Bu sözlerimi aklınızda ve yüreğinizde tutun ve bir belirti olarak ellerinize bağlayın ve alın sargısı olarak takın!” Yasanın Tekrarı 11: 18. “yürek” – “Can” – “el” – gözler” – hepsi de Tanrının değerli sözü ile meşguldürler. Bu, gerçek bir iş idi. Bu işin boş bir formalite ya da kısır bir rutin olmaması gerekiyor idi. İnsan varlığının tamamının kutsal bir adanış ile Tanrının kural ve yargılarına teslim edilmesi gerekiyor idi.

“Onları çocuklarınıza öğretin. Evinizde oturur iken, yolda yürür iken, yatarken ve kalkarken onlardan söz edin. Evlerinizin kapı sövelerine ve kentlerinizin kapılarına yazın.” Yasanın Tekrarı 11: 19,20. Biz Hristiyanlar bu ayetlerde söylenmek istenenin ne olduğunu anlıyor muyuz? Tanrının sözü evlerimizde, yüreklerimizde ve alışkanlıklarımızda böyle bir yere sahip midir? Evlerimize giren ya da bizim ile günlük yaşamımızda ilişkide bulunan kişiler Tanrı sözünün bizim için ne kadar üstün olduğunu fark edebilirler mi? Bizim ile iş yapan kişiler bizim kutsal yasanın ilkelerine uygun olarak çalıştığımızı görebilirler mi? Hizmetkarlarımız ve çocuklarımız tam olarak kutsal yazıların atmosferinde yaşadığımızı ve karakterimizin tamamının kutsal yazılar tarafından oluşturulduğunu ve davranışlarımızın tamamının kutsal yazılar tarafından yönetildiğini anlayabilirler mi?

Sevgili imanlı okuyucu, tüm bu sorular yüreklerimizi araştıran sorulardır. Onları kendimizden ayırmayalım. Bizim manevi ve ruhsal durumumuz Tanrının sözüne ne kadar uyarlanıp yaşadığımızı en düzgün şekilde belirttiğinden emin olabiliriz. Eğer kutsal yazıları sevmiyor isek – onları çalışmayı sevmiyor isek – onlara susamıyor isek – onlardan keyif almıyor isek ve onları okumak için sessiz zaman geçiremiyor isek ve onlardaki çok değerli öğretişten içemiyor isek ve odada, aile içinde ve sokakta kutsal yazılar üzerinde derin düşünemiyor isek; kısaca, kutsal yazıların kutsal atmosferini soluyamıyor isek – yukarda belirtilen “Kutsal Kitabı her zaman okuyamayız” bir ifade ağzımızdan çıkabiliyor ise, o zaman gerçekten ruhsal durumumuzu acilen gözden geçirmemiz gerektiği kesindir, çünkü üzücü bir şekilde sağlığımızı kaybetmişiz demektir. Yeni yaratık Tanrının sözünü sever – ve ciddi bir şekilde onu arzu eder; 1.Petrus 2.bölümde okuduğumuz gibi, “Yeni doğmuş bebekler gibi hilesiz sütü andıran Tanrı sözünü özleyin ki, bunun ile beslenip büyüyerek kurtuluşa erişesiniz.” (ayet 2)

Gerçek ve doğru düşünce budur. Eğer sözün saf sütünün ardından gidilmiyor ise söz saygı görüp ondan gayret ile beslenilmiyor ise o zaman canımız alçak, sağlıksız ve tehlikeli bir durumdadır demektir. Dışardan bakıldığı zaman davranışımızda herhangi bir hata görülmüyor olabilir; yollarımız ile Rabbe herkesin gözü önünde saygısızlık yaptığımız söylenemez, ama Rabbimizin sevecen yüreğini O’nun sözünü ihmal ederek kederlendirmiş oluruz; bu ifade aynı zamanda O’nun Kendisini ihmal ettiğimiz anlamına gelen bir ifadedir. Eğer O’nun sözünü sevmiyor ve O’nun sözüne göre yaşamıyor isek o zaman Mesih’i sevdiğimizi söylememiz çok akılsızca bir konuşma olur. Yeni yaşamın, ancak odanın içinde ve ailede bir alışkanlık haline geldi ise ve ihmal edilmiyor ise o zaman sağlıklı ve refah içinde bir durumda bulunduğundan söz edebiliriz.

Burada elbette Kutsal Kitaptan başka bir kitabın okunmaması gerektiğini ya da bu “Notları” kaleme almamamız gerektiğini kast etmiyoruz – ama kutsal yazıları okuma konusunda daha büyük bir uyanıklık talep eden başka hiç bir şey yoktur. Her şeyin Rab İsa’nın adı ile ve Babanın yüceliği için yapılması gerekir. Ve kutsal yazıların okunması da bu “her şey” ifadesine dahildir. Tanrının yüceliği için okuyamayacağımız bir kitabı okumamamız gerekir ve Tanrının bereketini isteyemeyeceğimiz O’nun isteğine uygun hiç bir konu yoktur.

Bu konunun tamamının tüm Tanrı halkının en ciddi dikkatini hak ettiğini hissediyoruz. Ve Tanrının Ruhunun bölüm hakkındaki derin düşüncemizi kullanacağına güveniyoruz. Kutsal Ruh Tanrının sözüne uygun olarak hem yüreklerimizde hem de evlerimizde yürek ve vicdanlarımızı mutlaka harekete geçirecektir.

Eğer kutsal yazılar yürekte doğru yerine sahip ise o zaman hiç kuşkusuz evde ve ailede de doğru yerlerine sahip olacaklardır. Ama eğer aile yuvasında Tanrının sözü kabul edilmiyor ise o zaman kutsal yazıların yürekte doğru yere sahip olduklarına inanmak zordur. Ev halkının başı olan kişiler bu konu üzerinde ciddi bir şekilde düşünmek zorundadırlar. Biz, her imanlı ev halkı içinde Tanrı bilgisi ve Tanrı sözünün her gün kabul edilmesi gerektiği konusunda tam kanaate sahibiz. Bazı kişiler bu konuyu belki bir esaret gibi görebilirler. Düzenli bir aile tapınmasına sahip olmayı yasal açıdan dindar bir rutin olarak görebilirler. Bu tür itirazlarda bulunan bu kişilere şöyle bir sorumuz olacak: “Bir ailenin yemek yemek için bir araya gelmesi bir esaret midir?” Ailenin sosyal bir şekilde bir araya gelmesi bezdirici bir görev ya da sıkıcı bir rutin zaman olarak düşünülmüş müdür hiç? Eğer aile içinde iyi bir düzene sahip ve mutlu bir aile ise elbette bu bezdirici bir görev ya da sıkıcı bir rutin olarak görülmez. O zaman neden imanlı bir ev halkının başının çocuklarını ve hizmetkarlarını çevresine toplaması ve onlara Tanrının değerli sözünden birkaç ayet okuması ve lütuf tahtının önünde birkaç dua sözcüğü soluması sıkıcı bir iş olarak düşünülsün ki? Biz bunun hem Eski hem de Yeni Antlaşmaların öğretişleri ile mükemmel bir uyum içinde bulunan bir alışkanlık olması gerektiğine inanıyoruz – Tanrının yüreğine duyulan minneti gösteren bir alışkanlık – kutsal, bereketli ve eğitici bir alışkanlık.

Ağzı ile iman ikrarında bulunan bir Hristiyanın asla dua etmediğini ve Rab ile tek başına kalarak Tanrının sözünü asla okumadığını duyduğumuz zaman ne düşünmemiz gerekir? Onun mutlu, sağlıklı ve gerçek bir imanlı olduğunu düşünebilmemiz mümkün müdür? Elbette, hayır! Aslında böyle bir candaki tanrısal yaşamın varlığını ciddi bir şekilde sorgulamamız gerekir. Dua etmek ve Tanrı sözünü okumak sağlıklı ve canlı bir imanlı yaşamı için mutlak şekilde elzemdir. Öyle ki, bu tür önemli şeyleri bir alışkanlık olarak ihmal eden bir kişinin tamamen ölü bir konumda olması gerekir.

Şimdi eğer durum böyle ise bir birey ile ilgili olarak bir aile eğer birlikte kutsal yazıları okumuyor ise, birlikte dua etmiyor ise Tanrıyı ya da O’nun sözünü ihmal ediyor ise o zaman bu aile nasıl doğru konumda olan bir aile olarak düşünülebilir? Tanrıdan korktuğunu ya da O’na tapındığını söyleyen bir ev halkı düşünelim; Rabbin gününün sabahından cumartesi gecesine kadar her şeyini borçlu olduğu Rabbi için bir araya gelmez ve O’nu anmaz, dua etmez ve O’na tapınmaz ise bu ev halkının rabbe adanmış olduğunu nasıl düşünebiliriz? Günler birbirini izleyerek peş peşe geçer giderler – ev içindeki görevler yerine getirilir, aile düzenli olarak yemek sofrasında bir araya gelir, ama ev halkı tanrı sözünün etrafında toplanmaz ise o zaman şu sorunun sorulması gerekir: Böyle bir aile ve zavallı putperest bir ev halkı arasındaki farklılık nerede kalır? Rabbin sofrasında yerlerini alan ve Rab ile ilgili en büyük iman ikrarında bulunan ama buna rağmen ailece Kutsal Kitabı okumayı ve ailece tapınmayı ihmal eden bu kişilerin durumunu çok üzücü ve acıklı buluyoruz.

Değerli okuyucu, sen bir ev halkının başı mısın? Eğer öyle isen senin bu konudaki düşüncelerin nedir? Ve eylem çizgin nasıldır? Evinde her gün ailece Kutsal Kitabı okuyor musun ve ailen ile birlikte bir arada dua ediyor musun? Eğer bunları yapmıyor isen – o zaman sana şu soruyu sormamıza izin ver – neden yapmıyorsun? Bu meselenin gerçek kökünün ne olduğunu araştır ve bul. Yüreğin Tanrıdan, O’nun sözlerinden ve yollarından mı ayrıldı? Tek başına kutsal yazıları okuyor ve dua ediyor musun? Tanrının sözünü ve dua etmeyi seviyor musun? Onlardan zevk alıyor musun? Eğer böyle ise o zaman aynı şeyleri ev halkın ile birlikte yapmayı nasıl oluyor da ihmal ediyorsun? Belki de bu konuda kendine mazeret olarak gerginlik ve korkaklığı göstermek istiyorsun. Eğer böyle ise o zaman bu zayıflığına galip gelmen için seni güçlendirsin diye rabbine bak! Kendini sadece O’nun sadık lütfuna ve karşılıksız iyiliğine bırak ve her gün belirli bir saatte ev halkını çevrende topla ve onlar ile birlikte kutsal yazılardan birkaç ayet oku ve fazla uzun olması gerekmeyen bir dua et ya da başlangıçta eğer bunları yapamaz isen o zaman ailenin kısa bir süre için sessizce lütuf tahtının önünde diz çökmesini sağla.

Kısaca ailen ile birlikte Rab için bir aile tanıklığında bulun, ama ev halkının asla Tanrısız, özensiz ve duasız bir yaşamı olmasın. Sevgili dost, bu konuda sana verilen öğütlere kulak ver ve bir an önce sana yardım etmesi için Tanrıya bak, çünkü Tanrı asla gerçekten güvenen ve O2na bağımlı olan bir yüreği yüz üstü bırakmaz. Artık aile çevrende Tanrıyı ve O’nun sözünü ihmal etmeye devam etme. Çünkü böyle bir davranış gerçekten korkunç bir şeydir. Esaret, yasacılık ya da şekilcilik gibi konuların seni bir an için bile ele geçirmelerine izin verme. Neredeyse şöyle bağırmak için niyetlendiğimizi hissediyoruz: “Bereketli esaret!”  Eğer Tanrının sözünü okumak gerçekten esaret ise o zaman buna yürekten “hoş geldin” diyoruz ve hiç korkmadan buna yücelik veriyoruz.

Ama, hayır! Biz böyle bir konuya bir an için bile bu ışık altında bakamayız. Biz Tanrının ev halkının başına koyduğu kişiye en zevk verici ayrıcalığı lütfettiğine inanıyoruz; aile üyelerini çevresine toplamak ve onlara bereketli kitaptan okumak ve dua ile yüreğini Tanrının önüne dökmek. Biz bunları yapmanın özellikle ev halkının başı olan kişi için bir görev olduğuna inanıyoruz. Ev halkının başının bu toplantı süresini uzun ve bezdirici bir hizmet haline dönüştürmesi hiç bir şekilde gerekli değildir. Hem evlerimizde hem de birlikte toplandığımız zaman bu toplantıların bir kural olarak kısa süren, tazeleyici ve hararetli uygulamalar olması halinde amaçlanan yarara ulaşılabilir.

Ama bu durum elbette kişilere göre değişkenlik gösterebilir; herkes kendi kanaatine göre değerli olan için dilediği gibi zaman ayırabilir. Toplantının uzunluğu ve özelliği her durumda toplantıyı yapan kişiye bırakılmıştır ve bu kişiyi yönlendirecek olan rehber de elbette Kutsal Ruhtur. Ama biz çok ciddi bir şekilde güveniyoruz ki eğer bu satırlar bir ev halkının başı tarafından incelenecek olur ise o zaman o kişi eğer aile tapınması ve ailece kutsal kitabı okumak gibi kutsal bir ayrıcalığı ihmal etti ise artık bundan sonra böyle yapmayacaktır. Yeşu ile birlikte şu sözleri söyleyebilecek gücü bulacaktır: “Diğerleri ne yaparlar ise yapsınlar; ben ve ev halkım Rabbe hizmet edeceğiz.” Aile ile birlikte yalnızca kutsal yazıları okumanın “Biz Rabbe hizmet edeceğiz” anlamına gelmediği kesindir. Böyle bir düşünce bizden uzak olsun. Bu kutlu hizmet tüm özel ve ev öykümüze ait olan her şeyi kapsamaktadır ve günlük uygulamalı yaşamımızın en anlık ayrıntılarına sahiptir. Tüm bunların hepsi gerçek ve paha biçilmezdir. Ama eğer bir aile kutsal yazıları birlikte okumayı ve birlikte dua etmeyi alışkanlık haline getirip bunları ihmal ediyor ise böyle bir ev halkı için hiç bir şeyin yolunda gitmeyeceğinden tamamen ikna olmuş durumdayız.

Sabah ve akşam duaları ve kutsal yazılar okuma konusunda pek çok ailenin özel davrandığının görüldüğü söylenebilir ama yine de onların tüm ev öyküsü sabahtan akşama kadar sözde inançlı hizmetlerinin çok çirkin bir karşıtlığını göz önüne serer. Kişi, ev halkının başı olabilir ama aile efradına güneş ışığı yaymak yerine kötü huylu biri olabilir; davranışları kaba ve zalim olabilir; karısına sert ve anlayışsız davranabilir ve çocuklarına sevgi ve şefkat göstermeyebilir; sofraya oturduğu zaman yemeği bereketlemesi için Rabbe dua ettikten sonra sofradaki yiyeceklere kusur bulabilir; yani, kısaca ailesi ile yaptığı okuma ve ettiği dualara her şekilde karşıt hareket edebilir. Karısı hem bir eş hem bir anne olarak ve çocukları ve hizmetkarları bundan kötü etkileneceklerdir. Evin tüm düzeni böylece bozulmuş olur. Eve düzensizlik ve zihin karışıklığı hakim olur; yemekler zamanında hazır olmaz, bireyler birbirlerini değil kendilerini düşünürler. Çocuklar kaba, bencil ve şımarık olurlar; hizmetkarlar düşüncesiz olurlar, zaman harcarlar ve itaat etmezler; bunlardan daha kötü şeyler de olması mümkündür. Evin içinin tonu, atmosferi ve tarzı imansız, tanrısız ve tamamen uygunsuz ve yakışıksız hale gelir.

Ve sonra ev çevresinin dışına çıktığınız zaman ve ailenin başının ve üyelerinin dışardaki kişilere karşı – iş çevrelerinde –eğer çalışıyorlar ise, kendileri ile ilişkide olan kişilere yapacakları kötü tanıklığı bir düşünün! Tanrıdan söz edilmez, Mesih’ten söz edilmez; imanlılar ve dünyaya ait olanlar arasındaki fark hiç bir şekilde görülemez hale gelir. Evet, hatta bazen ailece tapınmak gibi bir şeyden haberi olmayan ve böyle bir şeyi akıllarına bile getirmeyen dünyaya ait kişiler davranışları ile imanlılara utanç bile veririler.

Böylesine acı veren ve küçük düşüren koşullar altında ailece tapınma- ailece kutsal yazıları okuma ve aile sunağı gibi değerlerin ne yararı kalır? Ne yazık! Her şey boş bir formaliteye, güçsüz, değersiz ve görünürde ilerleme kaydetmeyen ciddi bir alay etme haline dönüşür ve bir sabah ve akşam kurbanı olan övgüler yerine bir sabah ve akşam yalanına dönüşerek tanrı’ya bir hakaret haline gelir.

Tüm bunlar üzücü bir şekilde gerçektir. Ev halkının tanıklığı konusunda korkunç bir eksiklik söz konusudur – ailelerimizin sıradan uygulamalı doğruluğu ve evlerimizdeki tüm düzen kötü tanıklıktır. Oysa kutsalların Mesih’te sahip oldukları doğruluğu kutsal ince ketenden giysiler temsil ederler. Esin ile yazan elçinin Romalılar kitabının 14.bölümdeki önemli sözlerini sanki unutmuşa benzeriz: “Çünkü Tanrının Egemenliği, yiyecek ve içecek sorunu değil, doğruluk esenlik ve Kutsal Ruh’ta sevinçtir.” (ayet 17.) İçimizden bazıları şöyle düşünüyor gibidir: “doğruluk” sözcüğü ne zaman karşımıza çıksa bu doğruluğun içinde bulunduğumuz ya da bize Mesih’te armağan edilen Tanrı doğruluğu anlamına gelmesi gerektiğini düşünür; “doğru olan bir tek kişi bile yok!” Tanrının talep ettiği doğruluk Kendi mükemmel doğruluğudur ve Tanrının öngördüğü doğruluk Kendi doğruluğudur ve bu doğruluğa boyun eğmek gerekir.

İnsan doğruluğu acınacak haldedir. Gerçek doğruluk yalnızca Mesih’te bulunur; O’nun doğruluğuna güvenerek özel yaşamımızda, aile düzenimizde günlük yaşantımızda, tüm ilişkilerimizde ve iş hayatımızda her şeyi ölçmemiz gereken tek standart Mesih’in yüceliği olmalıdır. Önümüze gelen her konu ile ilgili olarak dikkatimizin yoğunlaşması gereken önemli mesele şu olmalıdır: “Bu durum, bana verilen kutsal ada yakışan bir durum mudur?” Eğer değil ise o durumdan uzak kalalım, evet, katı ve kesin bir karar ile sırtımızı bu durma dönelim ve kutsal enerji yardımı ile bu durumdan kaçalım. Asla, bir an için bile şu tür bir soruyu dinlemeyelim; “Böyle bir durum ne gibi bir zarar verir ki?” Bir durum, eğer Mesih bu durumun içinde yer almıyor ise zarardan başka hiç bir şey vermez. Gerçekten adanmış bir yürek asla böyle bir soruya yüz vermeyecektir. Herhangi birinin bu şekilde konuştuğunu duyduğunuz zaman, hemen, o yüreği yönetenin Mesih olmadığı sonucuna varabilmeniz gerekir.

Okuyucunun aile ile ilgili yazılan bu satırlardan sıkılmamış ya da bezmemiş olduğuna güveniyoruz. Günümüzdeki en büyük çağrının bu olduğuna inanıyoruz. Hepimizin yollarımız üzerinde daha fazla düşünmeye ve yüreklerimizin Mesih konusunda hangi konumda olduğuna dikkat etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Çünkü tüm meselenin gerçek sırrı burada yatmaktadır. Eğer yürek Mesih’e adanmış değil ise, o zaman hiçbir şey doğru olamaz – ne özel yaşamda- ne aile yaşamında- ne iş hayatında- ne toplulukta ve ne de başka bir yerde! Ama yürek gerçekten O’na adanmış ise o zaman her şey doğru olacaktır- doğru olması gerekir.

Bu nedenle, eğer kutsal elçi Korintlilere yazmış olduğu o harika mektubun sonuna ulaştığı zaman, her şeyi şu ciddi beyan ile özetlediği zaman şaşırmamamız gerekir. “ Rabbi sevmeyene lanet olsun. Maranata! “ (1.Korintliler 16:22.) Pavlus yazdığı mektupta öğretiş ile ilgili çeşitli hatalar ve manevi bozukluk hakkında beyanlarda bulunur, ama mektubun sonuna geldiği zaman beyan ettiği ciddi hata ya da kötülük hakkında herhangi birine duyduğu kutsal öfkeyi ifade etmez. Yalnızca Rabbi sevmeyen kişiye hitap eder. Mesih’e olan sevgi hata ve kötülüğe karşı en güvenli gemi demiridir. Mesih ile dolu bir yürekte başka bir şeye yer yoktur. Ama eğer o yürekte Mesih yok ise o zaman hataların en çılgını ya da manevi kötülüğün en kötü şekli için bir güvence mevcut değildir.

Şimdi bölümümüze geri dönmemiz gerekiyor.

Halkın dikkati, özellikle Horev dağındaki ciddi olaylara çekilir – bu olayların onların yüreklerini çok derin ve kalıcı bir şekilde etkilemesi gerektiği kesindir; “Horev’de Tanrınız Rabbin önünde durduğunuz günü anımsayın. Rab bana şöyle dedi: ‘Sözlerimi dinlemesi için halkı topla. Öyle ki, yaşamları boyunca benden korkmayı ya da bana tapınmayı öğrensinler ve bunu çocuklarına da öğretsinler.” Yasanın Tekrarı 4: 10. Eski İsrail için en büyük ve en önemli nokta ve aynı zamanda şimdiki kilise için de – her birey için, herkes için, tüm zamanlar için ve tüm yerler için  - herkesin diri Tanrının sözü ile sona kadar canlı ve doğrudan bir temas içinde olması gerekir. “Öyle ki, yaşamları boyunca benden korkmayı ya da bana tapınmayı öğrensinler ve bunu çocuklarına da öğretsinler.”  

Tanrının sözünü işitmek ve O’nun adından korkmak arasında bulunan yakın bağlantıya dikkat çekilmesi çok hoştur. Bu, asla değişmeyen ve gücünden ya da eşsiz değerinden asla kaybetmeyen büyük temel ilkelerden biridir. Söz ve Ad birlikte giderler. Ve birini seven yürek diğerine saygı gösterecek ve her konuda, onun kutsal yetkisine boyun eğecektir. “Beni seven, sözümü dinler.” “’O’nu tanıyorum’ deyip de buyruklarını yerine getirmeyen yalancıdır ve kendisinde gerçek yoktur. Ama O’nun sözüne uyan kişinin Tanrıya olan sevgisi gerçekten yetkinleşmiştir. Tanrıda olduğunu da bununla anlarız.” (Yuhanna 14; 1.Yuhanna 2.) Tanrının her gerçek sevgilisi O’nun sözünü, yüreğinde bir hazine gibi saklayacak ve sözün yürekte böylesine bir sevgi ile saklanması sayesinde sözün etkisi o kişinin tüm yaşamında, karakterinde ve davranışında görünecektir. Tanrının bize sözünü vermesinin amacı, sözünün davranışlarımızı yönetmesi, karakterimize biçim vermesi ve yolumuzu şekillendirmesidir. Ve eğer O’nun sözü bizim üzerimizde böyle pratik bir etki sağlamamış ise o zaman bizim O’nu sevdiğimizden söz etmemiz tamamen boş olur; evet, böyle bir davranış er ya da geç onu gücendirecek olan bir alay etmekten farksızdır.

Ve burada özellikle İsrail’in çocuklarına olan ciddi sorumluluğuna dikkat edelim. Onlar bu sözü yalnızca kendileri için “işitmeyecek” ve “öğrenmeyeceklerdi”, ama aynı zamanda bu sözü çocuklarına da öğretmeleri gerekiyor idi. Bu, kişisel dokunulmazlık ile ihmal edilemeyecek olan evrensel ve kalıcı bir görevdir. Tanrı, bu konuya çok büyük önem verir. O’nun İbrahim’e şu sözleri söylediğini duyarız: “Doğru ve adil olanı yaparak yolumda yürümeyi oğullarına ve soyuna buyursun diye İbrahim’i seçtim. Öyle ki, ona verdiğim sözü yerine getireyim.” (Yaratılış 18:19).

Bu sözler çok büyük önem taşırlar. Çünkü ev içindeki eğitimin ve aile inancının tanrısal değerini gözlerimizin önüne sererler. Tanrı tüm çağlarda ve tüm koşullar altında Halkının çocuklarının doğru ve düzgün bir eğitim almalarının Kendisini ne kadar çok hoşnut ettiğini defalarca bildirmiştir – Halkının çocuklarının O’nun kutsal sözü ile uyumlu olarak sadık bir şekilde eğitilmelerini arzu eder. Kutsal yazıların hiç birinde çocukların bilgisizlik, dikkatsizlik içinde yetişen ve söz dinlemez çocuklar olmalarına izin verilmez. Ağızları ile iman ikrarında bulunan Hristiyanların bazıları belirli bir teoloji okulunun zehirleyen etkisi altında kalarak şöyle düşündükleri görülür: Çocuklarını müjdenin gerçeği ve kutsal yazıların bilgisi ile eğitmenin egemen Tanrının amaç ve planlarına bir şekilde müdahale etmek olduğunu zannederler. Onlara göre, çocukları eğer gerçekten Tanrının seçtikleri kişiler ise Tanrının kendi zamanında Kutsal Ruhun eylemi aracılığı ile bu kurtuluşu tecrübe etmelerinin kesin olduğu görüşüne sahiptirler ve eğer çocukları Tanrının seçtiği kişiler değiller ise tüm insan çabası kesinlikle yararsız olacaktır.

Şimdi bizim Tanrının gerçeğine duyduğumuz tüm sadakat ile okuyucularımızın canlarına, önümüzde bulunan bu büyük pratik konunun tek yanlı görüşüne karşı olan en net ve en güçlü tanıklığı etmemiz gerekir. Tek yanlı teoloji kadar insan vicdanına, yüreğine, yaşamına, tüm pratik kariyerine ve manevi karakterine zarar veren ve tüm bunları mahveden başka hiç bir şey yoktur. Yalnızca tek bir taraf tercih ettiğiniz sürece hangi tarafı tercih ettiğiniz önemli değildir. Sonucun ruhsal bir sakatlık üreteceği kesindir. Okuyucuyu bu korkunç kötülüğe karşı asla yeterince güçlü ve gayretli bir şekilde uyaramayacağımızı hissediyoruz. Tek yanlı bir teoloji yalnızca en feci sonuçlara götürebilir ve çocuklarımızın eğitiminde ve ev halkımızın idare edilmesinde – şu anda önümüzde olan konu – had safhada bir kötülüğe neden olur. Gerçekten de bu düşünce çizgisinden ortaya çıkan çok yıkıcı sonuçlar görmüş bulunuyoruz. İmanlı anne ve babaların çocuklarının tanrısal konularda dikkatsiz, kayıtsız ve aşikar bir inançsızlık ve tam bir bilgisizlik ile yetiştirilmiş olanlarını biliyoruz. Ve eğer burada bir öğüt sözü sunacak olur isek tek yanlı bir ilahiyatın öğretişi üzerinde temellenmiş iddiaların her zaman hatalı yöne götürdüğünü söylemeliyiz. Bu konuda şu sözler söylenmiştir: “Biz, çocuklarımızı Hristiyan yapamayız ve onları biçimci ya da resmiyet taraftarı veya ikiyüzlü kişiler yapmamamız gerekir. Onların imanlı olmasını ancak tanrısal bir işleyiş mümkün kılabilir, insan çabası hiç bir şeydir. Tanrının vakti geldiği zaman, O, eğer O’nun seçtiği kişiler arasında iseler, çocuklarımızı etkin bir şekilde çağıracaktır. Eğer O’nun seçtiği kişiler arasında değiller ise bizim sarf edeceğimiz tüm çabalar gerçekten boş olacaktır.”

Tüm bunlara, eğer bu iddia çizgisi had safhaya ulaştı ise şöyle yanıt verebiliriz: Bir çiftçi tarlasında saban sürer ve tohumunu eker ve bu yaptıklarına hiç bir şey engel olamaz. Çiftçinin tohumu filizlendiremeyeceği ya da meyve verir hale getiremeyeceği çok aşikardır. Çiftçi nasıl evreni yaratamaz ise, aynı şekilde bir tohumun büyümesini de sağlayamaz. Ama bu gerçek onun saban sürmesine ve tohum ekmesine engel olur mu? Çiftçinin ellerini kavuşturup şu sözleri söylemesine neden olur mu? “Ben hiç bir şey yapamam. Kendi çabalarım ile tohumun büyümesini sağlayamam. Bu, tanrısal bir iştir ve bu yüzden Tanrının zamanını beklemem gerekir.” Herhangi bir çiftçi böyle bir mantık yürütür ve bu şekilde hareket eder mi? Kesinlikle hayır, aksi takdirde çılgının teki olur idi. Sağ duyuya sahip olan her kişi saban sürmenin ve tohum ekmenin hasat biçmeden önce yapılması gerektiğini bilir. Ve eğer saban sürme ve tohum ekme ihmal edilir ise hasat biçilmesini beklemek büyük akılsızlık olur.

Aynı şey çocuklarımızın eğitilmesi konusunda da geçerlidir. Tanrının egemen olduğunu biliyoruz. O’nun sonsuz plan ve amaçlarına inanıyoruz. Ve O’nun seçme ve önceden belirleme gibi büyük öğretişlerinin tamamen farkındayız. Evet, Tanrının varlığının ya da Mesih’in ölüp tekrar dirildiği gerçeği konusunda nasıl ikna olmuş isek aynı şekilde bu diğer konular hakkında da ikna olmuş durumdayız. Ayrıca bunun da ötesinde yeniden doğuşun her olayda gerçekleşmesi gerektiğine inanıyoruz – her şey bir yana, özellikle çocuklarımızın yeniden doğması gerektiğine inanıyoruz. Bu yeniden doğuşun Kutsal Ruh tarafından Söz aracılığı ile sağlanan tamamen tanrısal bir işleyiş sonucu gerçekleştiğinden eminiz. Yuhanna müjdesinin üçüncü bölümünde ve aynı zamanda Yakup 1:18 ve 1.Petrus 1:23 ayetlerinde Rabbimizin Nikodemus ile yaptığı konuşmada yer alan öğretişin bilincindeyiz.

Ama tüm bunlar imanlı anne ve babaların çocuklarına gayret ve sadakat ile erken yaşlarından itibaren öğretme ve eğitme konusundaki ciddi sorumluluklarını bir kenara atmalarını mı gerektirmelidir? Asla! Kesinlikle hayır! Tek yanlı teoloji, yanlış uygulanan kutsal yazılar ya da herhangi başka bir şey, özet ile nedeni ne olur ise olsun, bu kutsal görev konusunda sorumluluklarını ihmal eden ya da görevlerini inkar eden anne ve babaların vay haline! Evet, çocuklarımızı bizim Hristiyan yapamayacağımız doğrudur ve onları biçimci ya da ikiyüzlü kişiler de yapmamamız gerekir. Ama biz onları herhangi bir şey yapmaya çağrılmadık. Bizim çağrımız yalnızca onlara olan görevimizi yerine getirmek ve sonuçları Tanrıya bırakmak. Bize öğretilen ve buyrulan, çocuklarımızı “Rabbin sözüne ve öğüdüne göre” yetiştirmektir. Bu “yetiştirme” ne zaman başlayacaktır? Çocuklarımızın eğitimi konusundaki bu kutsal göreve ne zaman başlamamız gerekir? Kesinlikle başlangıçta. Bir ilişkiye başladığımız anda aynı zamanda bu ilişkinin getirdiği sorumluluğa da adım atmış oluruz. Bunu inkar edemeyiz. Bu sorumluluğu silkip atamayız. Onu ihmal edebiliriz ve bu ihmalimizin üzücü sonuçlarını çeşitli şekillerde biçmemiz gerekir. Bir anne ve babalığın kutsal ilişkisi içinde durmak çok ciddi bir konudur – bu ilişki hiç kuşkusuz çok ilginç ve keyif vericidir ama verdiği sorumluluk nedeni ile çok da ciddidir. Tanrıya övgüler olsun ki O’nun lütfunun bu konuda ve her konuda bizim için yeterli olduğu kesindir ve ayrıca şu ayrıcalığa sahip olduğumuz hatırlayalım : “İçinizden birinin bilgelikte eksiği var ise herkese cömertçe ve azarlamadan veren Tanrıdan istesin; kendisine verilecektir.” Yakup 1:5. Bu ağır konuda düşünmek ve herhangi bir şey yapmak için kendimiz olarak “kendimize yeterli değiliz.” Ama yeterliliğimiz Tanrıdandır ve O bizim her ihtiyacımızı karşılar. Her saatimizin hatta her dakikamızın ihtiyaçlarını O’ndan çekmemiz gerekir.

Ama görevimizi yerine getirmeliyiz. Bazı kişiler görev sözcüğünü kaba saba ya da sıkıcı buldukları için ondan hoşlanmazlar. Bu sözcüğün yasal bir vurgu içerdiğini düşünürler. Ama biz okuyucumuzun böyle düşünmediğine güveniyoruz, çünkü bu şekilde düşünmek gerçekten de çok büyük hata olur. Biz görev sözcüğüne çok sağduyulu ve manevi olarak tam bir sözcük olarak bakmaktayız. Ve her gerçek imanlının bu sözcüğü sevdiğine inanıyoruz. Kesin olan bir şey vardır; yalnızca görev yolunda Tanrıya güvenebiliriz. Görev yolunun dışında olduğumuz zaman Tanrıya güvenmekten söz etmek sefil bir algı ve yalnızca bir hayaldir. Ve anne ve babalar olarak ilişkimiz konusunda görevimizi ihmal etmek kendimizi en feci sonuçların seviyesine alçaltmaktır.

Hristiyan eğitimi ile ilgili her şeyin iki kısa cümlede özetlendiğine inanıyoruz, yani, çocuklarınız konusunda Tanrıya güvenin ve çocuklarınızı tanrı için yetiştirin. İlki olmadan ikincisini yapmak ahlak kurallarına karşı gelmektir; ilki olmadan ikincisini yapmak ise yasacılıktır; her ikisini birlikte almak sağduyulu pratik Hristiyanlıktır – Tanrının ve insanın gözünde gerçek inanç.

Her Hristiyan anne ve babanın çocukları konusunda mümkün olan en çok şekilde Tanrıya güvenmeleri sahip oldukları hoş bir ayrıcalıktır. Ama sonra, hatırlamamız gereken bir şey vardır: Tanrının yönetiminde bu ayrıcalık, çocukların eğitimi konusundaki ciddi sorumluluk ile bağlantılı olarak ayrılması mümkün olmayan bir bağdır. İmanlı bir anne ve baba için eğitim görevi ihmal edilir iken, çocuklarının kurtuluşu ve onların bu dünyada, gelecekteki kariyerlerinin manevi saygınlığı konusunda Tanrıya güvendiğinden söz etmek yalnızca sefil bir hayaldir.

Bu konuyu tüm imanlı anne ve babalar için ve özellikle bu ilişkiye yeni girmiş olanlar için vurguluyoruz. Çocuklarımıza karşı olan bu görevden kaçınmak, bu görevi başkalarının üzerine yüklemek ya da bu görevi tamamen ihmal etmek büyük tehlike oluşturur. Bu görevin getireceği sıkıntıdan hoşlanmayız; getireceği sürekli kaygılardan kaçınmak isteriz. Ama eğer bu görevimizi şimdi ihmal eder isek ilerde karşılaşacağımız sıkıntı, kaygı ve üzüntüler şimdi karşılaşacak olduklarımızdan binlerce kat daha fazla olacaktır. Tanrının her gerçek sevgilisi için görev yoluna girmenin zevki derindir. Bu yolda atılacak olan her adım devam etmek için duyacağımız güveni güçlendirir. Ve sonra Tanrının buyruklarına uyduğumuz zaman O’nda sahip olduğumuz sınırsız kaynaklara her zaman güvenebiliriz. Her sabah, evet, hatta her sabah Babamızın tükenmez hazinesinden almalıyız ve orada lütuf, bilgelik ve ahlak gücü yolunda bulunan istediğimiz her şeyi almalıyız; bunlar ilişkimizin kutsal işlevlerinden sorumlu olacak yeterliliği bize sağlayacaklardır. “Tanrı her zaman daha çok lütuf verir.” Bu, her zaman bizim iyiliğimiz içindir. Ama eğer biz görevimizi yerine getirmek için lütfun ardından gitmek yerine görevimizi ihmal eder isek ilerde bir gün üzerimize hızla ve ağır bir şekilde düşecek olan bir üzüntü deposu hazırlamış oluruz. “aldanmayın. Tanrı alaya alınmaz. İnsan ne eker ise onu biçer. Kendi benliğine eken benlikten ölüm biçecektir. Ruh’a eken Ruh’tan sonsuz yaşam biçecektir.” Galatyalılar 6: 6-8.

Bu durum Tanrının ahlak yönetiminin büyük bir ilkesinin yoğunlaştırılmış bir ifadesidir. Evrensel uygulamanın bir ilkesidir ve şu anda önümüzde bulunan konuya uygulanan güçlü bir ilkedir. Bu nedenle çocuklarımızın eğitimi ile ilgili konuda ektiğimiz zaman biçeceğimiz mutlak bir şekilde kesindir. Bundan farklı bir sonuç gerçekleşemez.

Ama şimdi bu satırları okuyan sevgili imanlı anne ve babalar cesaretinizi kaybetmeyin ve yüreğiniz umutsuzluğa düşmesin. Aksine, Tanrıya güvenmenin sevinçli huzurunu yaşayın. “Rabbimizin adı güçlü bir kuledir ve doğrular bu kuleden içeri girer ve güvenlikte olurlar.” Görev yolumuzda sağlam bir adım atalım ve sonra değişmeyen bir güven ile her zaman sadık ve lütufkar olan Tanrımıza güvenelim, gün boyunca ihtiyacımız olan her şeyi O sağlayacaktır. Ve zamanı geldiğinde, emeğimizin değerli ürününü Tanrının atamasına uygun olarak biçecek ve O’nun manevi yönetiminin eylemlerini izleyeceğiz.

Eğitim için herhangi bir kural ya da düzenleme bildirmek için bir girişimde bulunmuyoruz. Biz bu tür şeylere inanmıyoruz. Çocuklar katı kurallar aracılığı ile eğitilemezler. Onların eğitimi için şu tek cümle ile ifade edilen ayeti rehber alabiliriz. “Onları Rabbin terbiyesi ve öğüdü ile yetiştirin.”!

Burada, beşikten olgun yetişkinliğe kadar her konuda yer alan gerçekten de altın bir kural görmekteyiz. Evet, tekrar ediyoruz, “beşikten itibaren”; çünkü biz gerçek imanlı eğitiminin en başında başlaması gerektiğinden tam olarak eminiz. Aramızdan bazıları şu konuda çok az bir fikre sahiptirler: çocuklar çok çabuk ve çok keskin bir şekilde gözlemciliğe başlarlar. Ve o etkileyici, sevgi dolu gözleri aracılığı ile bize gözlerini diktikleri zaman pek çok şey algılarlar.

Ve sonra çevrelerini saran manevi atmosferden nasıl da müthiş bir şekilde duyarlılık hisseder ve hassaslaşırlar. Evet, ailelerimizi eğitmenin büyük sırrını oluşturan şey işte bu manevi atmosferdir. Çocuklarımızın her gün sevginin ve esenliğin, saflığın ve kutsallığın ve gerçek pratik doğruluğun atmosferinde soluk almalarına izin verilmesi gerekir. Böyle bir atmosferin karakter oluşumu üzerindeki etkisi şaşırtıcı derecede olumludur. Çocuklarımız için anne ve babalarının sevgi, uyum ve bir birleri ile özenli bir şekilde ilgilenerek, hizmetkarlarına nazik davranarak ve yoksul kişilere sevgi ve sempati duyarak yaşadıklarını görmek çok önemlidir. Anne ve babasının arasında ilk kızgın bakışı gören ya da söylenen kaba bir sözü işiten bir çocuk bunlardan manevi olarak etkilenecektir ve bu kötü etkinin derecesinin ne kadar fazla olacağını kim ölçebilir? Ve günlük öykünün çatışma ve hoşnutsuzluk sergilediği olaylarda anne ile anlaşamayan bir baba ve babayı kötüleyen ya da küçük gören bir anne atmosferinde çocuklar nasıl yetişeceklerdir?

Gerçek şudur ki, tüm aile çevresinin manevi oluşumunu kapsayan tüm bu durumlar insan dilinin sınırları içinde ortaya konamaz – ruh, stil ve tüm ev halkının atmosferi, konuk odası, yemek odası, çocuk odası, mutfak gibi bölümlerin bulunduğu koşullar altında ya da ailenin kendisini iki odada yaşamak ile sınırlı olduğu durumlarda mesele bir mevki, konum ya da varlıklı olma meselesi değildir. Mesele, Tanrının eşsiz lütfunun her yerde parlıyor olmasıdır. Ahırda büyük baş hayvanlar ya da şifalı bitkilerden oluşan sofralar olabilir; ancak sorguladıklarımız şu anda bu tür şeyler değildirler. Ama bizim yüksek ya da aşağı mevkideki, zengin ya da yoksul, eğitimli ya da cahil tüm anne ve babalara ve ev halklarının tüm başlarına ısrar ile anlatmak istediğimiz şey, çocuklarını bir sevgi ve esenlik, bir gerçek ve kutsallık ve bir saflık ve iyilik atmosferi içinde eğitmeleri gerektiğidir. Böylelikle, ev halkları Tanrının karakterinin pratikteki bir sergilenişi olacak ve bu kişiler ile iletişimde bulunan herkes gözlerinin önünde Hristiyanlığın gerçekliğine dair pratik bir tanıklığa sahip olacaktır.

Ama şimdi kısa bir süre için ev yönetimi dışına çıkacak olur isek Hristiyan anne ve babaların dikkatini çekmeyi arzu ettiğimiz özel bir noktanın varlığından söz edeceğiz – bu nokta nihai olasılığa sahip olan bir andır, ama yine de aramızda çok fazla ihmal edilir ve bu nokta şudur: çocuklarımıza sade itaat görevini telkin etmek ve bu konuyu onların aklına yerleştirmek! Bu konunun önemini ne kadar vurgulasak yine de yetersiz kalacaktır ve yalnızca ev halklarının düzenini ve refahını etkilemek ile kalmaz, ama aynı zamanda daha da önemli olan şey, Tanrının yüceliğini ve O’nun gerçeğini pratikte yerine getirmek ile yakından ilgilidir. “Ey çocuklar, Rab yolunda anne ve babanızın sözünü dinleyin. Çünkü doğrusu budur.” Efesliler 6:1. “Ey çocuklar, her konuda anne ve babalarınızın sözünü dinleyin. Çünkü bu Rabbi hoşnut eder.” Koloseliler 3:20.

Bu konu mutlak ve elzemdir ve en başından itibaren katı bir şekilde bu konunun üzerinde ısrar edilmesi gerekir. Çocuğa ilk anlarından itibaren itaat etmesinin öğretilmesi gerekir. Çocuğun kendisini tanrısal olarak atanan yetkiye boyun eğmesi için eğitilmesi gerekir. Ve bu itaat, elçinin de belirttiği gibi “her konuda” olmalıdır. Eğer bu konu başlangıçta uygulanmaz ise o zaman daha sonra uygulamak için sarf edilen çabalar hemen hemen imkansız hale geleceklerdir. Eğer iradeye eyleme geçmesi için izin verilir ise irade korkunç bir hız ile büyüyecek ve iradenin kontrol altına alınması her geçen gün daha da zorlaşarak büyüyecektir. İşte bu nedenle anne ve babanın görevine bir an önce başlaması gerekir; yetkisini bir an önce manevi bir güç ve denge temeli üzerinde bina etmek için harekete geçmesi gerekir. Ve bu yapıldığı zaman çocuk en sevecen yüreğin arzu edeceği kadar nazik ve yumuşak huylu olabilir. Biz kabalığa, sertliğe ve gücendirmeye inanmıyoruz. Bu gibi şeyler asla gerekli değillerdir ve genellikle kötü eğitime ve kötü huyun kanıtlarına eşlik ederler. Tanrı anne ve babanın eline yönetimin dizginlerini ve yetkinin asasını vermiştir, ama bunlar gerekli değillerdir. Eğer bunu şu şekilde ifade edecek olur isek yönetim dizginlerini ve yetki asasını sürekli olarak kullanırlar ise bu onların manevi zayıflıklarının kesin kanıtı olur. Bir kişinin sürekli olarak yetkisinden söz ettiğini işittiğiniz zaman yetkisinin uygun bir şekilde bina edilmediğinden emin olabilirsiniz. Gerçek manevi güç, kesinlikle hatasızdır ve sessiz bir saygınlığa sahiptir.

Ayrıca bunun da ötesinde bir anne ve babanın çocuğun iradesine sürekli olarak karşı çıkmasının bir hata olduğu kanaatine sahibiz. Bu tür bir eylem dizisi tüm sağduyulu eğitimin konusunun iradeyi kırmak olduğu bu durumda çocuğun ruhunu kırma eğilimini gösterir. Çocuk her zaman, anne ve babasının onun gerçekten iyiliğini istediği düşüncesi ile etkilenmelidir. Ve eğer anne ve baba çocuğun bir isteğini reddeder ya da ona herhangi bir şeyi yasaklar ise bu çocuğun sevincini çalma amacını taşımaz, ama nedeni yalnızca çocuğun iyiliğini sağlamak içindir.

Aile yönetiminin bir başka önemli konusu, ev halkının her üyesini, sahip olduğu ayrıcalıkların sevinci içinde ve onun ile ilgili görevlerin uygun bir uygulaması ile korumaktır. Şimdi konu, çocuğun itaat etmesine dair tanrısal bir göreve sahip olan anne ve baba bu görevi yerine getirmek ile sorumludurlar, çünkü eğer bu görevlerini ihmal ederler ise o zaman aile çevresinin diğer bazı üyelerinin acı çekmeleri gerekir.

Bir evde şımarık ve kendi iradesinin egemen olmasını isteyen bir çocuğun olması kadar sıkıntı verici ya da rahatsız edici başka hiç bir şey olamaz. Ve genel bir kural olarak böyle bir çocuğu her nerede bulursanız onun kötü eğitim almış olduğunu hemen anlarsınız. Elbette her bir çocuğun diğerinden farklı yapı ve huya sahip olduğunun farkındayız; bazı çocuklar garip bir şekilde çok güçlü bir iradeye sahip olabilirler ve bu yüzden onların yönetilmesi özellikle güç olacaktır.

Tüm bunları gayet iyi anlıyoruz; ama anne ve babanın sade itaat konusunda ısrarlı davranmaları ile ilgili sorumlulukları henüz hiç değinilmemiş bir meseledir. Anne ve baba ihtiyaç duyduğu lütuf ve bunu gerçekleştirecek güç için her zaman Tanrıya güvenebilir. Dul kalmış bir annenin durumunda bile biz inanıyoruz ki bu dul anne Tanrıya baktığı sürece çocuklarına ve ev halkına buyruk vermek için Tanrı tarafından güçlendirilecektir. Bu nedenle anne ve babanın yetkisi hiç bir durumda bir an için bile olsa elden bırakılmamalıdır.

Bazen anne ve babanın özel zaafları nedeni ile çocuğun iradesini şımartmaya eğilimli oldukları görülebilir. Ama bu davranış benliğe ekmektir ve sonucu kötü olacaktır. Her şeyden önce, bir çocuğun iradesini pohpohlamak, gerçek sevgi değildir. Ve aynı zamanda çocuk için gerçek mutluluk ya da yasal bir zevk hizmeti vermesi mümkün değildir. İradesi güçlü ve teslimiyet göstermeyen bir çocuk kendini çok sefil hissedecektir ve onun ile ilgilenen herkes üzerinde keder veren bir etkiye neden olacaktır. Çocuklara, diğer insanları düşünmeleri gerektiği öğretilmelidir ve çocuklar her şekilde diğer insanlara rahatlık ve mutluluk konusunda katkıda bulunmaları gerektiğini öğrenmelidirler. Bu konuda bir örnek verelim; evin diğer üyeleri bir çocuğun eve girdiği zaman merdivenlerden çıkar iken ıslık çaldığını, şarkı söylediğini ya da bağırdığını duydukları zaman bu tür bir davranıştan ciddi şekilde rahatsız oluyor ve sinirleniyorlar ise o zaman bu tür davranışta bulunan çocuk ev halkının diğer üyelerine saygısızlık etmektedir. Uygun bir şekilde eğitilmiş olan bir çocuk hiç bir zaman bu şekilde davranmayı düşünemez ve böylesine kurallara uymayan, düşüncesiz ve saygısızca bir davranışın görüldüğü ve buna izin verilen aile yönetiminde ciddi bir hata olduğu kesindir.

Aile esenliği, uyumu ve refahı için tüm üyelerin “bir birlerini düşünmelerinin” gerekmesi elzemdir. Bizler, kendimizin değil çevremizdeki kişilerin iyilik ve mutluluklarının ardından gitmekten sorumluyuz. Eğer herkes bu gerçekleri hatırlamış olsa idi o zaman ne kadar farklı ev halklarına sahip olur idik! Ve ailelerimizin anlatacağı ne kadar farklı öyküleri olur idi! Her imanlı ev halkının tanrısal karakteri yansıtması gerekir. O zaman atmosfer aynı cennetin atmosferi gibi olur idi. Böyle bir şey nasıl gerçekleşir idi? Çok basit, herkes, anne ve baba, çocuklar, efendi ve hizmetkar İsa’nın ayak izlerinde yürürler ve O’nun Ruhunu sergilerler idi. O, asla kendisini hoşnut etmedi; hiç bir zaman hiç bir konuda Kendi çıkarını aramadı. O, her zaman Babayı hoşnut edeni yaptı. O, hizmet etmek için ve vermek için dünyaya geldi. O her zaman iyilik yaptı ve şeytanın baskı altında tuttuğu kişileri iyileştirdi. Bu durum, o kutlu Olan için her zaman aynı idi – ihtiyaç, zayıflık ve üzüntü içinde olan tüm oğulların ve kızların lütufkar, sevecen ve onlara sempati duyan Dostu idi. Ve eğer her imanlı ailenin çeşitli üyelerinin her biri bu mükemmel örneğe uygun şekil almış olsa idiler o zaman en azından kişisel ve aile içindeki Hristiyanlığın gücü ve etkinliği konusunda bir şeylerin farkına varmış olur idik. Tanrıya övgüler olsun ki, ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin umutsuz durumuna rağmen Tanrı lütfu ve Kutsal Ruhun gücü ile Rab İsa içimizdeki yaşamı ile bizim için yaşamaktadır. Tanrının kitabında başından sonuna kadar “sen ve ev halkın” ifadesi büyük altın ilke olarak yer alır. Her çağda, her alanda, ataların döneminde, Yasanın zamanında ve Hristiyanlığın günlerinde sahip olunan üstün huzur ve teşviğin, Tanrının yüreği ve O’nun adının yüceliği sayesinde var olduğunu anlarız.

Bu gerçeğin tüm zamanlarda çok teselli edici olduğunu düşünüyoruz, ama özellikle şimdi gibi bir dönemde, yani ağzı ile iman ikrarında bulunan bir kilisenin böylesine büyük bir hız ile dünyasallığa ve aşikar inançsızlığa battığı bir dönemde düşünmemiz önemlidir. Ve yalnızca bu kadar da değil, ama aynı zamanda Tanrının sözüne itaat ile yürümeyi gayret ile arzu eden ve düzgün bir tanıklık etme konusunda çok zorlanan bedenin birliğinin ana temel üzerinde hareket etmesi konusu üzerinde de düşünmemiz gerekir. Tüm bunların ışığında Tanrıyı coşkun yürekler ile yüceltebiliriz, öyle ki, kişisel ve aile içindeki inanç her zaman muhafaza edilebilir ve her Hristiyanın yüreğinden ve evinden Tanrının tahtının önüne hiç bitmeyen sürekli bir övgü akışı yükselebilir. Ve böylece acı çeken, günah tarafından vurulmuş ve üzüntü içindeki dünyaya aktif bir cömertlik seli akabilir. Diliyoruz ki, böyle olsun, bu sel giderek Tanrı olan Kutsal Ruhun güçlü hizmeti aracılığı ile güçlensin, öyle ki, Tanrı her konuda sevgili halkının yüreklerinde ve ailelerinde yüceltilebilsin.

Şimdi İsrail topluluğuna korkunç putperestlik günahına – ne yazık ki, zavallı insan yüreği her zaman şu ya da bu şekilde bu günaha eğilimlidir - karşı verilmiş olan çok ciddi uyarı üzerinde durmak istiyoruz. Yontulmuş bir heykelin önünde yere eğilmeden de putperestlik günahı ile suçlanmak da oldukça olasıdır. İsrail’e yasayı veren Musa’nın ağzından dökülen uyarı sözcüklerinin bizim öğrenmemiz için de yazılmış oldukları mutlak şekilde kesindir.

“Yaklaşıp dağın eteğinde durdunuz. Dağ göklere dek yükselen alevler ile tutuşmuş idi. Kara bulutlar ve koyu bir karanlık vardı” – konuya eşlik eden ciddi ve uygun görüntüler - Yasanın Tekrarı 4:11.  “Ve Rab size ateşin içinden seslendi” – Ah, Tanrı lütfunu açıkladığı müjdede ne kadar da farklı konuşur! “Size konuşulanı duydunuz ama size konuşanı görmediniz.”  - üzerinde düşünmeleri gereken çok önemli bir konu! “Yalnızca bir ses duydunuz.”  - Ve iman “sözü işitmek ile yani, Tanrının sözünü işitmek ile olur.”  - Rab uymanızı buyurduğu antlaşmayı, yani on buyruğu size açıkladı ve onları iki taş levha üzerine yazdı. Mülk edinmek için gideceğiniz ülkede uymanız gereken kuralları ve ilkeleri size öğretmemi buyurdu.” – bu buyruklar hakkında tartışmayacaklar idi, onları yargılamayacak ya da onlar hakkında konuşmayacaklar idi, ama “onlara uyacak ve yerine getirecekler idi.” – eski ünlü öykü, itaatin Yasanın Tekrarı kitabında yer alan konusu, çok değerli bir konu! “Mülk edinmek için gidecekleri ülkenin içinde” ya da dışında!

Burada putperestliğe karşı hitap etmenin sağlam temeli bulunur. Onlar hiç bir şey görmediler. Tanrı, Kendisini onlara göstermedi. Onlara bir heykel yapabilmeleri için herhangi bedensel bir biçim gösterilmemiş idi. Tanrı, onlara sözünü ve kutsal buyruklarını verdi ve bunlar öylesine basittiler ki, onları bir çocuk dahi anlayabilir idi ve akılsız olmalarına rağmen yolculuk eden kişilerin de bu konuda hata yapmaları gerekmiyor idi. Bu yüzden Tanrının nasıl göründüğü ile ilgili bir imaj hakkında düşünmeleri lazım değil idi. Hayır, Musa tarafından sadık bir şekilde uyarıldıkları günah zaten bu idi. Onlar Tanrının görüntüsünü görmeye değil, Tanrının sesini işitmeye çağrılmışlar idi – O’nun buyruklarına itaat edecekler idi, O’nun heykelini yapmayacaklar idi. Batıl inanç, Tanrıyı onurlandırmak için bir imaj şekillendirip ona tapınmayı istemek gibi hem boş hem tehlikeli bir tutuma sevk eder. İman ise bunun aksine O’nun kutsal buyruklarını sevgi ile alır ve O’nun buyruklarına saygı ile itaat eder. Rab şöyle der: “Eğer bir kişi beni seviyor ise ‘şöyle yapacaktır’ – nasıl yapacaktır? Benim bir heykelimi yapıp ona tapınacak mıdır? Hayır, “sözümü yerine getirecektir.” Bu sözler, her şeyi çok basit, çok güvenilir ve çok kesin kılar. Bizler zihinlerimizde Tanrı ile ilgili herhangi bir imaj üretmeye çağrılmadık. Bize düşen yalnızca O’nun sözünü işitmek ve buyruklarını yerine getirmektir. Biz kendi gücümüz ile Tanrı hakkında hiç bir düşünceye sahip olamayız, O, Kendisini hoşnut eden bir şekilde, Kendisi hakkında açıklama yapar. “Tanrıyı hiç bir zaman hiç bir kimse görmedi. Babanın bağrında bulunan ve Tanrı olan biricik Oğul O’nu tanıttı.” Yuhanna 1:18. “Çünkü, ‘Işık karanlıktan parlayacak’ diyen Tanrı İsa Mesih’in yüzünde parlayan Kendi yüceliğini tanımamızdan doğan ışığı bize vermek için yüreklerimizi aydınlattı.” 2.Korintliler 4: 6.

İsa, Tanrı yüceliğinin parlaklığı ve O’nun özünün tam bir izlenimi olarak beyan edilir. İsa şu sözleri söyleyebildi: “Beni gören, Babayı görmüştür.” Böylece, Oğul’un Babayı açıkladığını görmüş oluyoruz. Ve Oğul hakkında bildiğimiz her şey Tanrının sözü ve Kutsal Ruhun gücü aracılığı ile gerçekleşir. Ve işte bu yüzden eğer herhangi biri tanrı ya da Mesih imajı ile ilgili bir algıyı zihninde ya da hayal gücünde oluşturmak için çaba sarf etmeye kalkışır ise, bu yaptığı tam anlamı ile putperestlik olur. Tanrı ya da Mesih hakkında kutsal yazılar dışında herhangi bir bilgiye ulaşmak için çaba sarf etmek yalnızca mistisizm ve zihin karmaşasıdır. Hayır, aslında bundan daha da fazlasıdır. Kendimizi doğrudan şeytanın ellerine teslim etmek ve onun tarafından en vahşi, en karanlık ve en ölümcül bir hayal kırıklığına yönlendirilmeye izin vermek olur.

İşte bu yüzden Horev dağındaki İsrail yalnızca Tanrının sesini duydu ve buyruklar konusunda uyarıldı; bizi o kutsal ve her şeye yeterli standarttan uzaklaştırabilecek olan her şeye, en ufacık bir şeye karşı bile uyarıldı. Kendi zihinlerimizin önerilerine ve herhangi bir insan zihninin önerisine kulak vermememiz gerekir. Tanrının sesinden – kutsal yazıların sesi - başka her sesi dinlemeyi mutlak ve kesin bir şekilde reddetmemiz gerekir. Gerçek güvenlik ve gerçek huzur burada yatar. Burada mutlak kesinliğe sahip oluruz, öyle ki, “Kime inandığımı biliyorum” diyebilelim ve yalnızca – “İnandım ve ikna oldum” ifadesi ile yetinmeyelim!

“Rab Horev’de ateşin içinden size seslendiği gün hiç bir suret görmediniz, bu nedenle kendinize çok dikkat edin. Öyle ki, kendiniz için erkek ya da kadın yerde yaşayan hayvan ya da gökte uçan kuş ve küçük kara hayvanı ya da aşağıda suda yaşayan balık suretinde ve heykel biçiminde put yaparak yoldan sapmayasınız. Gözlerinizi göklere kaldırıp güneşi, ayı ve yıldızlar- gök cisimlerini – görünce sakın aldanmayın ve eğilip onlara tapmayın. Tanrınız Rab bunları göğün altındaki halklara pay olarak vermiştir. Size gelince, Rab, bu gün olduğu gibi Kendi halkı olmanız için sizi alıp demir eritme ocağından, Mısır’dan çıkardı.” Yasanın Tekrarı 4:15-20.

Burada önümüze çok ağır bir gerçek konulmuştur. İnsanlara herhangi bir heykel yapıp onlara tapınmamaları konusunda çok ayrıntılı bir şekilde öğretiş verilmiştir; bu öğretişe uymadıkları zaman kendilerini alçaltmış ve baştan çıkarılmış olurlar. Bu yüzden altın buzağı yaptıkları zaman, Rab Musa’ya şöyle dedi: “aşağı çık, Mısır’dan çıkardığın halkın baştan çıktı.” Bundan farklı bir durum olamaz idi; tapınan kişi, tapındığı şeyin objesinden daha aşağı seviyede olması gerekir. Ve bu yüzden onlar bir buzağıya tapınmak ile aslında kendilerini çürüyüp giden hayvanların seviyesine indirmiş olurlar. İşte bu yüzden Rab şu sözleri söylemiştir: “Buyurduğum yoldan hemen saptılar. Kendilerine dökme bir buzağı yaparak önünde tapındılar ve ona kurban kestiler. ‘Ey İsrailliler sizi Mısır’dan çıkaran ilahınız budur!’” dediler.

Ne korkunç bir görüntü! Baş kahin Harun tarafından yön verilen bütün bir topluluk eşlerinin ve kızlarının kulaklarından almış oldukları altından küpeleri eriterek şekil verilen bir şeyin önünde tapınmak için eğildiler. Mantık, anlayış ve vicdana sahip olan bazı zeki varlıkların eritilmiş altından yapılan bir buzağının önünde durarak, “Sizi Mısır’dan çıkaran ilahınız budur!” dediklerini algılamaya çalışın, ya da böyle yapmayı deneyin! Olacak şey değil! Yehova’nın yerine insan eli ile yapılmış bir ilah sureti koydular! Ve bu insanlar Yehova’nın Mısır ülkesinde yapmış olduğu kudretli işleri gören kişiler idi! Onlar, bir biri ardı sıra Mısır’ın ve onun inatçı kralının üzerine yağan belalara tanık olmuş kişiler idi! Yehova’nın yöneten asasının bir biri ardına inen darbeleri nedeni ile Mısır ülkesinin en merkezi yerinden sarsıldığını görmüşler idi! Mahveden ölüm meleğinin kılıcı aracılığı ile Mısır’ın ilk doğanlarının nasıl vurulduğuna şahit olmuşlar idi! Yehova’nın asasının tek bir darbesi ile Kızıldeniz’in ikiye ayrıldığını ve kuru toprak üzerinden karşıya geçtiklerini tecrübe etmişler ve denizin sularının arkadan gelen düşmanlarının üzerine nasıl kapandığına tanık olmuşlar idi!

Tüm bu olaylar onların gözlerinin önünde gerçekleşmiş idi ve yine de tüm bu olanları çok kısa bir süre içinde unutmuşlar ve altından bir buzağı için şu sözleri söyleyebilmişler idi: “Ey İsrailliler, sizi Mısır’dan çıkaran ilahınız budur!” Onlar gerçekten eritilmiş madenden yapılan bir ilah suretinin Mısır ülkesini korkudan sarsacağına, bu ülkenin kibirli kralını alçakgönüllü yapabileceğine ve onları Mısır ülkesinden zafer ile çıkartabileceğine gerçekten inandılar mı? Onlar için denizi ikiye ayıran ve onları bu denizin altındaki kuru toprak üzerinden yürüten bir buzağı mıydı? Ve sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Bir insanın gözü ve yüreği O’nun sözünden döndüğü zaman, insanlar gerçekten ne söylediklerinin ne de yaptıklarının farkında olmazlar.

Ama yine de belki bize şu tür sorular sorulabilir: “Tüm bunlar aracılığı ile bize söylenmek istenen bir şey var mıdır? Hristiyanların, İsraillilerin altın buzağısından öğrenmeleri gereken herhangi bir şey var mıdır? Ve İsrail’e putperestliğe karşı yapılan uyarıların, kilisenin kulağına taşıması gereken herhangi bir ses var mıdır? Bizler de yontulmuş bir heykelin önünde eğilme tehlikesi ile karşı karşıya mıyız? Yeni Antlaşma ışığının tam parlaklığında yürümek gibi yüksek bir ayrıcalığa sahip olan bizler için heykel bir buzağıya tapınmak gibi bir durum mümkün olabilir mi?”

Tüm bunlara vereceğimiz karşılık her şeyden önce, Romalılar mektubunun 15:4 ayeti ile olacaktır: “Önceden ne yazıldı ise” – Mısır’dan Çı8kış 32 ve Yasanın tekrarı 4.bölümler dahil olmak üzere – “bize öğretmek için sabır ile ve kutsal yazıların verdiği cesaret ile umudumuz olsun diye yazıldı.” Bu kısa bölüm Eski Antlaşma’nın kutsal yazılarının geniş alanı aracılığı ile bize tanınan hakkı içerir; onun altın değerindeki derslerini kendimize mal edebiliriz ve yine onun “üstün büyüklükteki değerli vaatleri ile” beslenebiliriz; onun derin ve çeşitli tesellilerinden içebilir ve yine onun ciddi uyarılarından ve yetkin öğütlerinden kendimiz için  yarar sağlayabiliriz.

Ve sonra bizim putperestlik gibi büyük bir günaha yatkın ya da eğilimli olduğumuz konusuna gelince, bu konu hakkında 1.Korintliler 10bölümde çarpıcı bir yanıt buluruz; elçi burada Horev dağındaki görüntüyü Tanrının kilisesine yönelttiği bir uyarı olarak kullanır. Okuyucu için bu bölümün tamamını alıntı olarak yazmamızın yararlı olduğuna inanıyoruz. Tanrının sözü kadar mükemmel hiç bir şey yoktur. Tanrının sözünü her geçen gün daha çok sevmemizi, ona daha çok değer vermemizi ve saygı duymamızı diliyorum!

“Kardeşler, atalarımızın hepsinin bulut altında korunduğunu ve hepsinin denizden geçtiğini bilmenizi istiyorum”, - hem cesetleri çöle serilenler hem de vaat edilen ülkeye ulaşmış olanlar – “Musa’ya bağlanmak üzere hepsi bulutta ve denizde vaftiz edildi. Hepsi aynı ruhsal yiyeceği yedi ve hepsi aynı ruhsal içeceği içti. Artlarından gelen ruhsal kayadan içtiler ve o kaya Mesih idi” – ağızları ile iman ikrarında bulunan kişilerin hepsi için bu ifade ne kadar güçlü, ne kadar ciddi ve ne kadar araştırıcı bir ifadedir – “ Ne var ki, Tanrı onların çoğundan hoşnut değil idi ve nitekim cesetleri çöle serildi. Bu olaylar onlar gibi kötü şeylere özlem duymamamız için bize ders olsun diye oldu” – bu noktaya özenli bir şekilde dikkat edelim – Mesih’in zihnine her şekilde karşı olan şeyler – “onlardan bazıları gibi puta tapanlar – yani ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlar putperestler olabilirler -  olmayın. Nitekim şöyle yazılmıştır: “Nitekim şöyle yazılmıştır: ‘Halk yiyip içmeye oturdu ve sonra kalkıp çılgınca eğlendi. Onlardan bazıları gibi fuhuş yapmayalım. Fuhuş yapanların yirmi üç bini bir günde yok oldu. Yine bazılarının yaptığı gibi Rabbi denemeyelim. Böyle yapanları yılanlar öldürdü. Kimilerinin yaptığı gibi de söylenip durmayın. Söylenenleri ölüm meleği öldürdü. Bu olaylar başkalarına ders olsun diye onların başına geldi ve çağların sonuna ulaşmış olan bizleri uyarmak için yazıya geçirildi. Onun için, ayakta sağlam durduğunu sanan dikkat etsin ve düşmesin!” 1.Korintliler 10: 1-12.

Burada çok sade bir şekilde öğrendiğimiz şudur: eğer Tanrının kudretli gücü tarafından korunmuyor isek her an günahın ve akılsızlığın en derin yerine düşebilir ya da ahlak çöküntüsünün her biçimini yaşayabiliriz. Bizim için tanrısal huzurun manevi sığınağının dışında hiç bir güvence yoktur. Tanrının Ruhunun bizi, eğilimli olmadığımız şeylere karşı uyarmadığını biliyoruz. Eğer bu tür şeyler yapmaya muktedir olmasa idik, tanrının Ruhu bize “fuhuş yapmayalım” demez idi. Putperestlik kendini çeşitli biçimlerde gösterir. Bu nedenle, konu bir şeyin biçimi değil, o şeyin kendisidir; mesele budur; mesele dışsal biçim değil, o şeyin kökü ya da ilkesidir. “Açgözlülük putperestliktir” ifadesini okuduk ve anlıyoruz ki, açgözlü bir adam bir putperesttir. Yani, Tanrının kendisine vermiş olduğundan daha fazlasına sahip olmayı arzu eden bir kişi bir putperesttir – ve aslında İsrail altın buzağı yapıp ona tapındığı zaman işlediği günahın aynısı ile suçludur. Kutsal elçi, Korintlilere söylediklerini bizlere de söylerken yerinde davranır: “Bu nedenle sevgili kardeşlerim, putperestlikten kaçının.” Eğer eğilimimiz olmayan bir şeyden kaçmamız için uyarı alıyor isek bunun nedeni nedir? Tanrının kitabında bazı boş sözlere mi yer verilmiştir? Yuhanna’nın ilk mektubunun şu son ayetleri ne anlama gelir? “Sevgili çocuklarım, kendinizi putlardan koruyun.” Bu sözler bize putlara tapınmak gibi bir tehlike içinde olduğumuzu söylemiyorlar mıdır? Böyle söyledikleri kesindir. Bizim sinsi yüreklerimiz diri Tanrıdan uzaklaşmaya eğilim gösterirler ve O’nun yerine bazı başka objeleri koyabilirler. Ve bu putperestlikten başka nedir? Yüreğe buyruk veren her şey yüreğin putudur, bu şey her ne olur ise olsun; para, eğlence,güç ya da başka herhangi bir şey! Öyle ki, bizler Kutsal Ruh tarafından bize verilen putperestlik günahına karşı olan uyarılara duyduğumuzu acil ihtiyacın tamamen farkında olabilelim.

Ama, çok dikkat çekici bir bölüm olan Galatyalılar kitabının  4.bölümünde ağzı ile iman ikrarında bulunan kiliseye etkileyici sözler söylenir. Galatyalılar tüm diğer öteki uluslar gibi putlara tapınmışlar idi; ama müjdeyi kabul ettikten sonra diri ve gerçek Tanrıya hizmet etmek için putlardan dönmüşler idi. Ancak buna rağmen Yahudi öğretmenler onların arasına girmiş ve onlara şöyle demişler idi: eğer sünnet olmaz ve yasayı yerine getirmezseniz kurtulamazsınız.

Şimdi kutsal elçi bu öğretişin bir putperestlik olduğunu hiç tereddüt etmeden ilan eder – Galatyalı imanlılar iman etmeden önceki günlerinin düşük manevi seviyesine geri dönmüşlerdir. Ve bunu Mesih’in görkemli müjdesini kabul ettiklerini ağızları ile ikrar ettikten sonra yapmışlardır. Bu yüzden elçi manevi gücü aracılığı ile onlara şu soruları yöneltir: “Ne var ki, eskiden Tanrıyı tanımadığınız zamanlarda, gerçek olmayan tanrılara kölelik ettiniz. Şimdi ise Tanrıyı tanıdınız, daha doğrusu Tanrı tarafından tanındınız. Öyle ise nasıl oluyor da bu değersiz ve etkisiz ilkelere geri dönüyorsunuz? Yeniden onların kölesi mi olmak istiyorsunuz? Özel, günler, aylar, mevsimler, yıllar kutluyorsunuz! Sizin için korkuyorum. Yoksa uğrunuza boş yere mi emek verdim?” (Galatyalılar 4:8-11)

Bu ifadeler özellikle çarpıcıdır. Galatyalılar dışsal açıdan putlara tapınmak için geri dönmüyorlar idi. Onların bu tür bir düşünceyi hiddet ile reddetmeleri beklenmeyecek bir davranış değildir. Ama buna rağmen esin ile yazan elçi onlara şu soruyu sormuştur: “Nasıl oluyor da dönüyorsunuz?” Eğer Galatyalılar putperestliğe geri dönmüyorlar ise o zaman bu sorunun anlamı nedir? Ve bizim şimdi bu pasajın tamamından öğrenmemiz gereken şey nedir? Basit olarak belirtecek olur isek şudur: sünnet olmak ve yasa altına girmek ve özel günler, aylar, mevsimler ve yıllar kutlamak  - görünürde farklı olmalarına rağmen tüm bunlar az ya da çok eski putperestliklerine geri döndüklerine işaret eden davranışlar idi. Özel günler kutlamak ve sahte tanrılara tapınmak, bunların her ikisi de diri ve gerçek Tanrıdan bir geri dönüş idiler. O’nun Oğlu İsa Mesih’ten; Kutsal Ruh’tan ve Hristiyanlığa ait olan saygınlık ve görkemlerin o parlak demetinden ayrılmak idi.

Tüm bu konular ağzı ile iman ikrarında bulunan Hristiyanlar için oldukça ciddi konulardır. Sorguladığımız şudur: Eğer Galatyalılar 4:8-10 ayetlerinin tam anlamı Kutsal Kitaba inandıklarını ağızları ile ikrar eden bu kişilerin büyük çoğunluğu tarafından gerçekten anlaşılmış mıdır? Bu konu ile ilgilenen herkesin dikkat etmesi için bu konunun tamamı üzerinde ciddi bir şekilde duruyor ve şöyle dua ediyoruz: Tanrı bu durumu halkının her yerde konumunu, alışkanlıklarını, yollarını ve toplumunu gözden geçirip üzerinde düşünmesi için yüreklerini ve vicdanlarını harekete geçirmek amacı ile kullansın. Ve Galatyadaki topluluğun örneğini gerçekten ne kadar izlediklerini araştırsın; özel günlerin ve bayramların kutlanması kişiyi yalnızca Mesih’ten ve O’nun görkemli kurtuluşundan uzağa sürükler. İlerde, binlerce kişinin gözlerini bu gerçekliğe açacak olan bir gün gelecektir ve onlar o zaman şimdi görmeyi reddettiklerini göreceklerdir ve Hristiyanlık adı altında putperestliğin en koyu ve en karanlık özelliklerinin farkına varacaklardır ve bunun ile bağlantılı olarak şimdiye kadar insan anlayışı üzerinde parlamış olan gerçeklerin en yücesini göreceklerdir.

Ama her şeye rağmen yine de putperestliğe düşme konusundaki eğilimimizi biz ne kadar yavaş kabul etsek de bu aşikar olan bir durumdur; Tanrıdan öğrenen ve esin alan Musa İsrail’i bu duruma karşı en ciddi ve etkileyici sözleri seçerek uyarmak için derin bir ihtiyaç duydu; onlara her olası şekilde ricada bulunup yalvardı ve herhangi bir bahaneye yer bırakmayacak kesinlik ile öğüt ve uyarılarını tekrar etti. Onlar uyarılmadıkları ya da kendilerine lütufkar ve şefkatli bir şekilde ricada bulunulmadığı gibi özürleri asla söyleyemezler idi; Örneğin şu sözleri ele alalım, “Size gelince, Rab bu gün olduğu gibi kendi halkı olmanız için sizi alıp demir eritme ocağından, Mısır’dan çıkardı. (ayet 20).

Bundan daha etkileyici herhangi başka bir şey olabilir miydi? Yehova, zengin ve egemen lütfu ile ve kudretli Eli aracılığı ile onları ölüm ve karanlık ülkesinden dışarı çıkardı ve kurtardı. Tanrı, kendi halkının, yeryüzündeki tüm diğer insanlar üzerinde O’na özel bir hazine olması için halkını Kendisine getirdi. O zaman nasıl olur da halk O’ndan, O’nun kutsal antlaşmasından ve O’nun değerli buyruklarından geri dönebilir idi?

Ne yazık, çok yazık! Onlar bir buzağı yaptılar. Ve şöyle dediler: “Ey İsrailliler, sizi Mısır’dan çıkaran Tanrınız budur!” Bir düşünün! Kendi elleri ile yapmış oldukları bir buzağı – sanat ve insan ustalığı tarafından yontulmuş bir suret, onları Mısır’dan çıkarmış idi! Kadınların küpelerinden yapılan bir heykel parçası onları kurtarmış ve Mısır’dan çıkarmış idi! Ve bu olay bize ders olsun diye yazılmıştır. Ama eğer biz aynı türde bir günah işleme kapasitesine sahip olmasa idik ve böyle bir günah için eğilimimiz olmasa idi o zaman neden bizim için yazılmış olması gerekiyor idi? Ya Kutsal Ruhun gereksiz bir cümle yazmış olduğunu kabul etmemiz gerekiyor ya da putperestlik günahına karşı bir öğüde ihtiyacımız olduğunu kabul etmemiz gerekiyor! Ve elbette günaha olan eğilimimizi kanıtlayan öğüde ihtiyacımız olduğu kesindir.

Biz İsrail’den daha mı iyiyiz? Hiç bir şekilde! Biz daha parlak bir ışığa ve daha yüce ayrıcalıklara sahibiz, ama konu bizim ile ilgili olduğu sürece ve biz de onlar gibi aynı materyalden yapılmış olduğumuza göre- bedende konut kurmuş olan günah – onlar ile aynı eğilimlere sahibiz. Bizim putperestliğimiz onlarınkinden farklı bir şekilde kendisini gösterebilir; ama putperestlik şekli ne olur ise olsun yine de putperestliktir. Ve ayrıcalıklarımız ne kadar yüce olur ise günahımız da o kadar büyük olur. Biz belki, böyle akılcı bir halkın nasıl olup da böyle saçma bir akılsızlık yapabildiğine ve özellikle böyle bir akılsızlığı Tanrı görkemini, gücünü ve yüceliğini onların gözlerinin önünde sergiledikten sonra yapabilmiş olmalarına şaşırabiliriz. Onların bu akılsızlığının bizlere ders olması için yazılmış olduğunu hatırlayalım ve sahip olduğumuz tüm ışık, bilgi ve ayrıcalıklarımız ile “putperestlikten kaçınma” konusundaki uyarıyı aklımızdan çıkarmayalım.

Tüm bu olayların üzerinde derin derin düşünelim ve bu olaylardan bize yararlı olacak dersler çıkarmaya çalışalım. Yüreklerimizin her odası Mesih ile dolsun, o zaman yüreklerimizde putlara yer olmayacaktır. Tek güvencemiz budur. Eğer değerli Kurtarıcımız ve Çobanımızdan bir milim bile uzağa kayacak olur isek o zaman hatanın ve manevi kötülüğün en karanlık biçimlerinin içine düşecek bir kapasiteye ne yazık ki sahibiz! Işık, bilgi, ruhsal ayrıcalıklar, kilise konumu, kutsal yararlar canın güvenliğini sağlamak için yeterli değildirler. Doğru olarak bulundukları yerde çok iyidirler ve eğer doğru şekilde kullanılırlar ise yararlı olurlar ama kendi içlerinde yaptıkları şey yalnızca bizim manevi tehlikeye düşme olasılığımızı yükseltmektir.

İman aracılığı ile yüreklerimizde konut kurmuş olan Mesih’ten başka hiçbir şey bizi güvenlikte muhafaza edemez, doğru ve mutlu kılamaz. Biz O’nda kaldıkça ve O bizde kaldıkça kötü olan bize dokunamaz. Ama eğer kişisel paydaşlık gayretli bir şekilde sürdürülmüyor ise konumumuz ne kadar yüksek olur ise tehlike o kadar büyük ve düşüş o kadar feci olacaktır. Gökyüzünün kubbesi altında, Tanrının sözünü işitmek için Horev dağının çevresinde toplandığı zaman, İsrail kadar iyilik edilmiş ve onun kadar yüceltilmiş olan başka bir ulus yok idi. Ama yine de kendi ellerinin işi olan altın buzağının önünde yere eğildikleri zaman yeryüzünde onlar kadar suçlu ve alçak bir başka ülke yok idi.

Şimdi dikkatimizi bölümümüzün 21.ayetinde sunulmuş olan çok ilginç bir gerçeğe yöneltmemiz gerekiyor. Ve bu gerçek Musa’nın, topluluğa üçüncü kez Tanrının topluluğun hatası yüzünden vaat edilen ülkeye girmesine izin verilmediğini hatırlatmasıdır. Daha önce görmüş olduğumuz gibi Musa bu konudan ilk kez Yasanın Tekrarı 1:37 ayetinde ve sonra tekrar Yasanın Tekrarı 3:26 ayetinde söz etmiş idi ve şimdi burada topluluğa yine aynı şeyleri söylemektedir: “Rab sizin yüzünüzden bana öfkelendi. Şeria ırmağının karşı yakasına geçmemem ve Tanrınız Rabbin size mülk olarak vereceği o verimli ülkeye girmemem için ant içti. Ben bu toprakta öleceğim. Şeria ırmağından geçmeyeceğim. Ama siz karşıya geçecek ve o verimli ülkeyi mülk edineceksiniz.”

Şimdi bu önemle gerçeğe neden üç kez işaret edildiğini sorabiliriz. Ve neden her seferinde özel bir şekilde Yehova’nın kendisine onların yüzünden öfkelendiğinden söz eder?  Burada kesin olan bir şey vardır; amaç, suçu başkasının üzerine atmak ya da kendisini temize çıkarmak değildir. Böyle bir şey yalnızca inançsız birinin aklına gelebilir idi. Biz inanıyoruz ki, Musa’nın aynı konuyu üç kez tekrar etmesinin nedeni, rica sözlerine daha fazla güç katmak ve onları uyaran ses tonunun daha ciddi olmasını sağlamak için idi. Eğer Yehova Musa gibi birine öfkelendi ise; eğer Meriva suları yanındaki konuşması yüzünden vaat edilen ülkeye girmesi yasaklandı ise – çok istemesine rağmen – topluluğun Musa’nın sözlerine kulak vermeye ne kadar çok ihtiyacı var idi! Tanrı ile iş yapmak ciddi bir konudur – hiç kuşkusuz, tüm insan ifadesi ya da düşüncesinin ötesinde berketlidir, ama yasayı verenin kendisinin kendi kişiliğinde kanıtlamaya çağrılmış olduğu gibi çok da ciddi bir konudur.

Bu ilginç sorunun bakış açısının doğru olduğunu şu sözler kanıtlamaktadır, “Tanrınız Rabbin sizin ile yaptığı antlaşmayı unutmamaya ve kendinize Tanrınız Rabbin yasakladığı herhangi bir şeyin suretinde put yapmamaya dikkat edin. Çünkü Tanrınız rab yakıp yok eden bir ateştir; kıskanç bir Tanrıdır. Yasanın Tekrarı 4:23,24.

Konunun ne kadar ciddi olduğunu bir kez daha görüyoruz. Bu ifadenin canlarımızda tam bir manevi ağırlığa sahip olmasına izin vermemiz gerekir. Lütuf hakkındaki bazı yanlış düşünceler aracılığı ile bu ifadenin keskin yanını başka yöne çevirme girişiminde bulunmamamız gerekir. Bazen, “Tanrının dünyayı yakıp tüketen bir ateş olduğunun” söylendiğini işitiriz. Hiç kuşkusuz yavaş yavaş böyle olacaktır, ama şimdi Tanrı dünyaya lütuf, sabır ve tahammül ile davranmaktadır. Şu anda dünyayı yargılamamaktadır. Ama elçi Petrus’un  bize söylediği gibi, “Çünkü yargının, Tanrının ev halkından başlayacağı an gelmiştir. Eğer yargılama önce bizden başlar ise Tanrının müjdesine kulak asmayanların sonu ne olacak?” 1.Petrus 4:17. Ve yine aynı şekilde İbraniler 12.bölümde aynı şeyi okuruz: “Tanrımız yakıp tüketen bir ateştir.” Burada söylenen Tanrının dünyaya ne yapacağı değil, bize ne yapacağı hakkındadır. Bazıları Tanrının, Mesih’in dışında, yakıp tüketen bir ateş olduğunu söylerler. Bizim Mesih’in dışında olan bir Tanrıdan haberimiz yok. Mesih’in dışında bir tanrı “bizim Tanrımız” olamaz.

Hayır, değerli okuyucu; kutsal yazıların bu tür çarpıtmalara ve dönekliklere ihtiyacı yoktur. Kutsal yazılar oldukları gibi değerlendirilmelidirler. Bu konu net ve kesindir ve yapmamız gereken tek şey kutsal yazılara kulak vermek ve onlara itaat etmektir. “tanrımız yakıp tüketen bir ateştir”, “kıskanç bir Tanrı”, O’nun kutsal adına övgüler olsun ki, O bizi yakıp tüketmeyecektir. O’nun yakıp tüketeceği, içimizdeki ve yollarımızdaki kötülüktür. O, içimizde O’na karşı olan hiç bir şeyi hoş görmez – O’nun kutsallığına karşı olan şeyi yakıp tüketir ve bu yüzden gerçek mutluluğumuza ve gerçek sağlam bereketimize karşı olan kötülüğe karşıdır. “Kutsal Baba” olarak O bizi Kendisine yakışan bir şekilde muhafaza eder ve bizi O’nun kutsallığına paydaş olmamız için terbiye eder. Dünyanın şimdi yürüdüğü yolda yürmeye devam etmesine izin verir, ona müdahale etmez. Ama O Kendi ev halkını yargılar ve çocuklarını terbiye eder, öyle ki çocukları O’nun düşüncelerine daha iyi karşılık verebilsinler ve O’nun manevi suretinin ifadesi olabilsinler.

Ve bu, O’nun çocuklarına tanıdığı yoğun bir ayrıcalık değil midir? Evet, bu, en yüce düzene ait olan bir ayrıcalıktır – Tanrımızın sınırsız lütfundan akan bir ayrıcalık; O bizim ile yakından ilgilenir ve hatta zayıflıklarımız, hatalarımız ve günahlarımız ile meşgul olur, öyle ki, bizi onlardan kurtarsın ve O’nun kutsallığının paydaşları yapsın.

İbraniler 12.bölümün başında bu konu ile ilgili çok hoş bir kısım bulunur. Bu konunun yoğun pratik önemi açısından ayetin alıntısını yapmamız gerekiyor. “Oğlum, Rabbin terbiye edişini hafife alma, Rab seni azarlayınca cesaretini yitirme, çünkü Rab sevdiğini terbiye eder ve oğulluğa kabul ettiği herkesi cezalandırır. Terbiye edilmek uğruna acılara katlanmalısınız. Tanrı size oğullarına davranır gibi davranıyor. Hangi oğul babası tarafından terbiye edilmez? Herkesin gördüğü terbiyeden yoksun iseniz oğullar değil yasa dışı evlatlarsınız. Kaldı ki bizi terbiye eden dünyasal babalarımız var idi ve onlara saygı duyar idik. Öyle ise Ruhlar Babasına bağımlı olup yaşamamız çok daha önemli değil mi? Babalarımız bizi kısa bir süre için ve uygun gördükleri gibi terbiye ettiler. Ama Tanrı kutsallığına ortak olalım diye bizi kendi yararımıza terbiye ediyor. Terbiye edilmek başlangıçta hiç tatlı gelmez, acı gelir. Ne var ki, böyle eğitilenler için bu sonradan esenlik veren doğruluğu üretir. Bunun için sarkık ellerinizi kaldırın ve bükük dizlerinizi doğrultun; ayaklarınız için düz yollar yapın. Öyle ki, kötürüm olan parça eklemden çıkmasın, aksine şifa bulsun.” İbraniler 12: 5-13.

Tanrısal terbiyeye verilecek üç karşılık olabilir: herkesin başına gelebilecek sıradan bir olay olarak onu “küçümseyebiliriz”. Bu terbiyede Tanrının elinin bulunduğunu anlamayız. İkinci olarak, dayanma gücümüzün tamamen üzerinde bir şey olduğu için taşıyamayacağımız kadar ağır olduğundan bu terbiyenin altında “bayılabiliriz”. Tanrının bu terbiye içinde yer alan yüreğini görmeyiz ya da O’nun lütufkar amacını yani, bizi kutsallığına paydaş yapmak istediğini fark etmeyiz. Son olarak da, bu terbiye uygulamasına izin verebiliriz. “daha sonra esenlik üretecek olan doğruluk ürününü biçmenin” yolu budur. Tanrının elinden gelen bir şeyi küçümsemeye cesaret etmeyiz. Bizi gücümüzden fazla deneyerek bize acı çektirmeyecek olan sevecen bir Babanın yüreğinden gelen bir deneme altında bayılmamız gerekmez. Tanrı deneme ile birlikte, ona dayanabilmemiz için bize bir çıkış yolu da gösterecektir. Aynı zamanda bizi terbiye eder iken lütufkar bir şekilde bize amacını açıklayacak ve asasının her darbesinin bize olan sevgisinin bir kanıtı olduğundan bizi emin kılacak ve Mesih’in, Yuhanna 17:11 ayetindeki duasına doğrudan yanıt verecektir; bu ayette Mesih bizi kutsal Babanın bakımına emanet eder, öyle ki, O’nun adı ve O’nun adını kapsayan her şe uyarınca bizi korusun.

Ayrıca bunun da ötesinde yürek tanrısal terbiye karşısında üç tutum sergiler: boyun eğiş, uysalca kabul etme ve sevinç duyma. İrade kırıldığı zaman, boyun eğiş gelir; Anlayış, terbiyenin nedeni konusunda aydınlatıldığı zaman, sakin bir kabullenme oluşur. Ve yürek Babanın yüreği ile birleştiği zaman sevinç duyulur ve doğruluğun esenlik veren ürününü sevinçli yürekler ile biçmek için ilerleyebiliriz; uğrumuza acı çekmeye razı olan sevgisi için O’na övgüler olsun; kutsal yönetimi ile her birimize özen gösterir ve var olan sanki yalnızca bizmişiz gibi tek tek her birimiz üzerinde dikkatini yoğunlaştırır.

Tüm bunlar ne kadar da harikadır! Ve bu düşüncenin bize tüm denemelerimizde ve uygulamalarımızda yardımcı olması gerekir. Biz, sevgisi sınırsız, bilgeliği hatsız, gücü sonsuz ve kaynakları tükenmez olan Biri’nin ellerindeyiz. O zaman neden üzülmemiz gereksin? Eğer O bizi terbiye ediyor ise bunun nedeni bize olan sevgisi ve bizim gerçek iyiliğimizi istiyor olmasıdır. Terbiye edilmenin acı verdiğini düşünebiliriz. Bazen sevginin bize ne kadar acı verdiğini görerek şaşırırız, ama tanrısal sevginin bilge ve sadık olduğunu ve bize acı ya da üzüntüyü yalnızca bize yarar ve bereket getireceği için izin verdiğini hatırlamamız gerekir. Sevgiyi, her zaman üzerinde bulunan giysilere göre yargılamamız doğru değildir. Burada, örnek olarak çocuğunu kendi canı kadar çok seven bir annenin çocuğuna bir yakı uyguladığını düşünelim. Anne, bu yakının çocuğunun canının yanmasına neden olacağını bilir ama yine de içi yansa da hiç tereddüt etmeden yakıyı uygular, çünkü bu yakının mutlaka gerekli olduğunu bilir; çünkü hem insani hem de tıbbi açıdan çocuğunun yaşamının buna bağlı olduğunu bilir. Tanrının bereketi aracılığı ile çocuğunun birkaç dakika çekeceği acının çocuğunun sağlığını düzelteceğini hisseder. Bu nedenle çocuk yalnızca geçici bir acı ile ilgilenir iken anne onun sürekli iyiliğini düşünmektedir. Ve eğer çocuk da annesi gibi düşünebilse idi o zaman yakıya tahammül etmesi o kadar zor olmaz idi.

İşte Babamızın bizi terbiye eder iken kullandığı disiplini buna benzetebiliriz. Ve bu örneği hatırladığımız zaman üzerimizdeki terbiye eden Eli ne kadar ağır olur ise olsun tahammül etmemiz için bize büyük yardımı olacaktır. Burada belki akla şöyle bir düşünce gelebilir: birkaç dakika için konan bir yakı ile yıllar süren yoğun bir bedensel acı arasında çok büyük bir fark vardır. Hiç kuşkusuz çok büyük bir fark vardır! Ama aynı zamanda her iki durumun sonucunda varılan fark da aynı şekilde büyüktür. Önemli olan tek şey yapmamız gereken şey ile ilgili olan ilkedir. Tanrının sevgili bir çocuğunu ya da Mesih’in bir hizmetkarını yıllar boyu acı çekmeye çağrıldığını gördüğümüz zaman, bunun nedenini bilmek isteriz ve belki acı çeken sevgili çocuk da uzun süren bu sıkıntının ağırlığı altında bayılmak üzere iken bu nedeni bilmek için doğal olarak çok istek duyar ve şöyle feryat eder: “Ben neden bu durumdayım? Sevgi bu olabilir mi? Bir Babanın özenli ve şefkatli ilgisinin ifadesi böyle mi olmalıdır?” İmanın parlak ve kararlı yanıtı şöyledir: “Evet, tüm bunlar sevgi nedeni iledir, tümü tanrısal açıdan doğrudur. Bedeli ne olur sie olsun bu denemeyi hiç bir şeye değişmem. Bu geçici acının bende sonsuz bir bereket işlediğini biliyorum. Biliyorum ki, sevgili Babam beni bu kızgın fırına arıtılmam için koydu ve bu şekilde bende Kendi suretinin gelişmesi için işliyor. Tanrısal sevginin, objesi için her zaman en iyisini yapacağını biliyorum. Ve bu yüzden bu yoğun acı benim için en iyi olandır. Acıyı elbette hissediyorum çünkü ben bir sopa parçası ya da bir taş parçası değilim. Babam bu acıyı hissetmem gerektiğini biliyor, aynı örnekteki annenin yakıyı neden koyması gerektiğini bildiği gibi; aksi takdirde benim için iyi olana ulaşamam. Ama ben O’nu tüm yüreğim ile bereketliyorum çünkü O’nun benim ile ilgilenmesindeki harika gerçekte parlayan lütfunu görüyorum ve bu şekilde O, bende yanlış olarak gördüğü şeyi düzeltiyor. Beni kızgın fırına koyduğu için O’nu övüyorum; O’nu nasıl olur da övmem! Çünkü O’nu sınırsız lütfu ve sabrı içinde süreci izlemek için fırının yanında oturduğunu ve iş tamamlandığı anda hiç gecikmeden beni o kızgın fırından çekip çıkaracağını biliyorum!”

Sevgili imanlı okuyucu, herhangi bir terbiye ya da denemeden geçer iken – bedensel bir sıkıntı, ağır bir yas, mal mülk kaybı ya da koşulların baskısı – ruhun içinde bulunması gereken doğru yol budur. Tanrının elini izlememiz, bir Babanın yüreğini okumamız ve yaşadığımız her denemede tanrısal amacın farkına varmamız gerekir. O zaman sıkıntı fırınında iken Tanrıyı haklı çıkartmamız, aklamamız ve yüceltmemiz mümkün olabilecektir. Şikayet eden her düşünce tutumu düzelecek ve her korkulu söz sona erecektir. Yüreklerimiz esenliğin en tatlısı ve ağızlarımız övgülerin en güzeli ile dolacaktır.

Şimdi kısa bir süre için bölümümüzde geri kalan diğer ayetlere bakmamız gerekiyor; bu ayetlerde topluluğun yürek ve vicdanına en dokunaklı ve en güçlü şekilde etki yapan bazı noktalar mevcuttur. Yasayı veren Musa, yüreğinin derin, gerçek ve hararetli sevgisi içinde en ciddi uyarılardan, en yerinde verilen öğütlerden ve en yumuşak sözlerden yararlanır ve onları kullanır, öyle ki, halkı, itaatin en önemli noktasına doğru harekete geçirebilsin. Eğer Musa, halka, Yehova’nın onları egemen lütfu ile çıkartarak çıkartmış olduğu Mısır’daki demir fırından söz ediyor ise; eğer onlar adına yapılan güçlü belirtiler ve harikalar üzerinde duruyor ise; eğer onların gözlerinin önüne ayaklarını basacak oldukları o ülkenin görkemlerini getirecek konuşmalar yapıyor ise; ya da eğer Tanrının çölde onlar ile ne kadar harika bir şekilde ilgilendiğini hatırlatıyor ise – tüm bunların hepsinin nedeni Yehova’nın sevecen ve saygın itaat talebinin manevi temelini güçlendirme amacı taşır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, hepsi, bu itaat temeli üzerine kurulmalıdır – Lütufkar ve Her Şeye Gücü Yeten Kurtarıcılarının hizmetine tam bir adanmış yürek ile kendilerini vermeleri yararlarına olacaktır. Kısaca tekrar edecek olur isek itaat etmelerini gerektiren her tür neden mevcut idi. Ve itaatsizlik için olası hiç bir özür ya da bahane mevcut değil idi. Başından sonuna kadar öyküleri ile ilgili tüm gerçekler,  aşağıdaki bölümde yer alan öğüt ve uyarıların manevi gücünü dikkat çekecek bir biçimde ortaya koymaktadır.

“Tanrınız Rabbin sizin ile yaptığı antlaşmayı unutmamaya ve kendinize Tanrınız Rabbin yasakladığı herhangi bir şeyin suretinde put yapmamaya dikkat edin. Çünkü Tanrınız yakıp yok eden bir ateştir ve kıskanç bir Tanrıdır. Ülkede uzun zaman oturduktan ve çocuk ve torun sahibi olduktan sonra yoldan sapar ve kendinize herhangi bir şeyin suretinde put yapar ve Tanrınız Rabbin gözünde kötü olanı yaparak O’nu öfkelendirirseniz, bu gün size karşı yeri ve göğü tanık gösteririm ki, mülk edinmek için Şeria ırmağından geçip gideceğiniz ülkede kesinlikle ve çabucak öleceksiniz. Orada uzun süre yaşamayacak ve büsbütün yok olacaksınız. Rab sizi başka halkların arasına dağıtacak. Rabbin sizi süreceği ulusların arasında sayıca az olacaksınız. Orada görmeyen, duymayan, yemeyen, koku almayan ve insan eli ile yapılmış, ağaçtan ve taştan tanrılara tapacaksınız.” Yasanın Tekrarı 4. 23-28.

Tüm bunlar ne kadar ağır ve ciddi konular! Ve bunlar için gök ve yer tanık olarak gösteriliyor! Ne yazık! Tüm bunlar ne kadar çabuk ve tamamen unutuldu! Ve ülkenin öyküsünde tüm bu ağır ithamlar nasıl da birer birer gerçekleşiyorlar!

Ama Tanrıya şükürler olsun ki, bu resmin bir de aydınlık yanı vardır. Yargı olduğu gibi merhamet de vardır ve adına sonsuza kadar övgüler olsun ki Tanrımız “yakıp yok eden ve kıskanç bir Tanrı” olmaktan daha fazlasıdır. Evet, O, yakıp tüketen bir ateştir, çünkü kutsaldır. Kötülüğü hoş göremez ve bizde bulunan değersiz şeyleri yakıp yok etmesi gerekir. Ayrıca bunun da ötesinde, Tanrımız kıskançtır, çünkü sevdiği kişilerin yüreklerinde Kendisinden başka birinin ya da bir şeyin O’na rakip olarak yer almasına dayanamaz. Yüreğimizin tamamına sahip olması gerekir, çünkü yüreğimize yakışan yalnızca O’dur; çünkü yüreğimizi yalnızca O sonsuza kadar doldurabilir ve tatmin edebilir. Ve eğer halkı O’ndan döner ve kendi elleri ile yapmış oldukları putların ardından giderler ise bu yaptıklarının acı ürününü biçmeye terk edilmeleri gerekir. Böylece, üzücü ve korkunç deneyimler aracılığı ile şu sözlerin gerçekliği kanıtlanmış olur: “Başka ilahların ardından koşanların derdi artacak.” (Mezmur 16:4a)

Ama Musa’nın halka her şeyin parlak yanını nasıl dokunaklı bir şekilde sunduğuna dikkat etmemiz gerekir – Tanrının lütfunun sonsuz dengesinden çıkan bir parlaklık ve lütfun başından sonuna kadar Tanrı halkının tüm ihtiyaçları için sağlamış olduğu mükemmel  tedarik. Ayet sonra devam eder ve Musa, “Ama” der ve ah! Kutsal yazılarda yer alan bazı “ama”lar ne kadar da güzeldirler. “Ama Tanrınız Rabbi arayacaksınız, bütün yüreğiniz ve bütün canınız ile O’nu ararsanız O’nu bulacaksınız.” – eşsiz lütuf!  - “Sıkıntıya düştüğünüz zaman” – bu, Tanrımızın ne olduğunu bulacağımız zamandır – “ve bütün bu olaylar başınıza geldiği zaman, sonunda Tanrınız Rabbe dönecek ve O’nun sözüne kulak vereceksiniz.” Tanrı o zaman ne olacak? “Yakıp yok eden bir ateş mi?” Hayır; “çünkü Tanrınız Rab acıyan bir Tanrıdır. Sizi bırakmaz, yok etmez ve atalarınıza ant içerek yaptığı antlaşmayı unutmaz.” Yasanın Tekrarı 4: 29-31. Burada İsrail’in geleceği ile ilgili dikkat çekici bir atıfta bulunulmaktadır; onların Tanrıdan ayrılmaları, uluslar arasına dağıtılmaları, sayıca az olmaları ve ulusal yüceliklerinin silinip gitmesi! Ama tüm lütfun Tanrısına sonsuza kadar övgüler olsun ki, tüm bu başarısızlık, günah, mahvolma ve yargının ötesinde mevcut olan bir şey vardır. İsrail’in melankolik öyküsünün en sonuna kadar gittiğimiz zaman, kısa ama özlü şu tek cümle ile ifade etmemiz mümkündür. “Ey İsrail, sen kendi kendini mahvettin.” İsrail’in atalarının Tanrısı Yehova lütfu, merhameti ve sadakati ile tanınır. O’nun sevgi yüreği her zaman şöyle der: “Yardımın Ben’den gelecek.” Evet, tüm konu bu iki canlı cümle içinde özetlenebilir; “sen kendi kendini mahvettin” ve “yardımın Ben’den gelecek!” İlk cümlede İsrail’in vicdanına giren keskin bir ok vardır; son cümlede ise İsrail’in kırılmış olan yüreğini teskin eden bir merhem bulunur.

İsrail ulusunu düşünür iken incelememiz gereken iki sayfa vardır, yani, tarihi ve peygamberlik ile ilgili açılardan oluşan iki sayfa! Tarih sayfası hatasız bir sadakat ile onların nihai mahvını kaydeder. Peygamberlik sayfası ise eşsiz bir lütuf tutumu ile Tanrının çözümünü açıklar. İsrail’in geçmişi karanlık ve hüzünlü olmuştur. Ama İsrail’in geleceği parlak ve görkemli olacaktır. İlk sayfada insanın sefil eylemlerini görürüz; ikinci sayfada ise Tanrının bereketli yollarını görürüz. İlk sayfa insanın ne olduğuna ilişkin güçlü bir örnek içerir; ikinci sayfa ise Tanrının ne olduğuna ilişkin parlak bir görüş iletir. Eğer bu dikkat çekici halkın öyküsünü tam olarak anlamak istiyor isek her ikisine de bakmamız gerekir – “başlangıcı korkunç olan bir halk” – ve çağın sonunda harika bir konumda olacak bir halk” ifadesini gerçekten eklememiz gerekmektedir.

Biz şimdi elbette bu noktada İsrail’in geçmişi ve İsrail’in geleceği hakkındaki ifademizin kanıtlarını gösterme girişiminde bulunmayacağız. Eğer böyle yapsa idik, hiç abartısız bir cilt kitap yazmamız gerekir idi. Bir yandan Kutsal Kitabın tarih ile ilgili yazılmış olan kitapları diğer taraftan peygamberlikler olarak yazılmış kitaplarından yapılacak olan alıntıların çok geniş bir hacme sahip olacakları kesin idi. Söylememize hiç gerek yok ama bu mümkün olmayacağı kesin olan bir şeydir. Ama, kendimizi okuyucumuza yukarda alıntısı verilmiş olan değerli öğretişin içeriği ile ilgili bilgi vermek zorunda hissediyoruz. Bu öğretişin içeriğinde İsrail’in geçmişi, bugünü ve geleceği ile ilgili tüm gerçeğin kısa bir özeti yer alır. İsrail’in geçmişinin şu sözlerde nasıl canlı bir şekilde resmedildiğine dikkat edin. “Ülkede uzun zaman oturduktan sonra çocuk ve torun sahibi olduktan sonra yoldan sapar ve kendinize herhangi bir şeyin suretinde put yapar ve Tanrınız Rabbin gözünde kötü olanı yaparak O’nu öfkelendirirseniz, gideceğiniz ülkede kesinlikle ve çabucak öleceksiniz.”

İsrail’in yaptığı tam olarak bu değil midir? Kısa bir özet olarak burada kendini göstermez mi? Onlar, Tanrıları Yehova’nın gözünde kötü olanı yaptılar ve O’nu öfkelendirdiler. Şu tek sözcük, “kötülük” Horev’deki buzağıdan Golgota’daki çarmıha kadar her şeyi kapsar. İsrail’in geçmişi işte böyledir.

Ve şimdi İsrail’in bugünü için ne denebilir? Tanrının gerçeğinin bozulmaz bir anıtı olarak ayakta değil midirler? Tanrının söylemiş olduğu sözlerden tek bir nokta ya da virgül eksilmiş midir? Şu hararetli sözlere kulak verin: “Bu gün size karşı yeri ve göğü tanık gösteririm ki mülk edinmek için Şeria ırmağından geçip gideceğiniz ülkede kesinlikle ve çabucak öleceksiniz. Orada uzun süre yaşamayacak ve büsbütün yok olacaksınız. Rab sizi başka halkların arasına dağıtacak. Rabbin sizi süreceği ulusların arasında sayıca az olacaksınız.”

Tüm bu yazılanların hepsi gerçekleşmedi mi? Bunu kim sorgulayabilir ki! İsrail’in geçmişi ve İsrail’in bugünü Tanrı sözünde belirtilen gerçek ile tamamen uyumludur. Eğer Tanrının İsrail’in dünü ve bugünü hakkında söyledikleri tam olarak yerine geldi ise o zaman aynı şeyin İsrail’in geleceği için de geçerli olacağını beyan eder iken haklı değil miyiz? Hem tarih sayfası ve hem de peygamberlik sayfası aynı Kutsal Ruh tarafından kaleme aldırılmıştır. Ve bu nedenle her ikisi de aynı şekilde gerçektir; tarih, İsrail’in günahını ve İsrail’in dağıtılacağını nasıl kaydetti ise peygamberlik de aynı şekilde İsrail’in tövbesini ve İsrail’in yenilenmesini önceden bildirir. İman açısından biri de diğeri kadar gerçektir. İsrail’in geçmişte günah işlediği ve bugün uluslar arasına dağıtıldığı ne kadar kesin ise aynı şekilde gelecekte İsrail’in tövbe edeceği ve yenileneceği de o kadar kesindir.

Bizim düşüncemiz bu konunun sorgulama ötesi olmasıdır. Ve biz bunu düşünmekten keyif alırız. Yeşaya peygamberden Malaki peygambere kadar İbrahim’in soyunun gelecekteki üstünlüğünü ve görkemli bereketini en tatlı lütuf ve en şefkatli merhamet ifadeleri ile peygamberlerin hepsi yazmıştır. 5 Bu çok ilginç konu ile ilgili bazı önemli bölümlerden alıntı yapmak çok zevkli olur idi, ama biz bu konuları okuyucunun kendisinin araştırmasının doğru olacağına inanıyoruz ve Yeşaya peygamberin kitabında bulunan son bölümlere bakmasını ve oradaki değerli kısımlara dikkat etmesini özellikle rica ediyoruz. Okuyucu, bu kısımlarda mükemmel bir şölen bulacaktır; aynı zamanda elçinin “tüm İsrail kurtulacaktır” ifadesine eksiksiz bir şekilde yer verilmiş olduğunu görecektir. Samuel’den başlayarak onu izleyen peygamberlerin hepsi bu konuda hem fikirdirler. Yeni Antlaşma’nın öğretişleri peygamberlerin sözleri ile tam bir uyum içindedir. Ve bu nedenle İsrail’in kendi ülkesinde yenileneceği ve orada kendi Mesihlerinin egemenliği altında nihai berekete sahip olacağı gerçeği sorgulanmaya çağrılır; bu gerçeği sorgulamak, peygamberlerin ve elçilerin, Kutsal Ruh Tanrının doğrudan esini aracılığı ile söylediği ve yazdığı tanıklığı görmezden gelmek ya da inkar etmek olur; kusursuz bir üstünlüğe sahip olan kutsal yazıların gerçekliği kanıtlanmıştır ve kanıtlanmaya devam edecektir.

Mesih’i gerçekten seven herkesin bu gerçeğe göre davranması ve bu gerçeği hissetmesi gerekir. Ama dindar ön yargılar, teolojik öğretişler ve çeşitli diğer nedenlerden ötürü bu böyle olmamıştır ve böyle olmamaktadır. Ama yine de tüm bunlara rağmen İsrail’in yenilenmesi ve yeryüzündeki üstünlüğü ile ilgili görkemli gerçek peygamberlik sayfasında pırıl pırıl parlamaktadır ve bunu göz ardı etmek isteyen ya da buna herhangi bir şekilde müdahil olmak istemeyen herkes yalnızca peygamberlerin ve elçilerin kutsal yazılardaki net ve doğru seslerine karşı çıkmış olmak ile kalmaz, ama hiç kuşkusuz aynı zamanda bilgisizce ve farkında olmadan İsrail’in Tanrısı Rabbin planı, amacı ve vaadine de karşı çıkmış olur ve O’nun İbrahim, İshak ve Yakup ile yapmış olduğu antlaşmayı sıfırlamış olur. Bu, bu konu ile ilgilenen herkes için ciddi bir iştir ve biz pek çok kişinin bunun farkında olmadığına inanıyoruz. Çünkü diri Tanrının Eski Antlaşma babalarına verilmiş olan vaatleri Yeni Antlaşmanın kilisesine uygulayan biri aslında sözünü etmiş olduğumuz bu ciddi işi yapmaktadır. Atalara verilen vaatlerin değişmeyeceği konusunda en ufak bir kuşkumuz dahi olmamalı. Bizler, bu vaatlerden öğrenebiliriz; onlardan zevk alabiliriz; onların sonsuz dengesinden ve doğrudan uygulanabilir olmalarından rahatlık ve teşvik elde edebiliriz. Tüm bunlar bereketli bir şekilde gerçektir, ama sahte olarak “ruhsallık olarak adlandırılan bir yorum sisteminin etkisi altında kalan tüm insanlar için durum farklıdır; bu vaatleri kiliseye ya da Yeni Antlaşma döneminin imanlılarına olabilecek en basit ve sade sözler ile önceden bildirmek ve İbrahim’in birebir soyu olan İsrail’e açıklamak da gerekir. Bizim çok ciddi olduğunu düşündüğümüz konu işte budur. Tüm bunların Tanrının düşüncesine ve yüreğine nasıl da tamamen karşı olduğu konusunda çok az bir fikre sahip olduğumuza inanıyoruz. Tanrı İsrail’i sever – onları ataları uğruna sever. Ve bizleri onların yerine, payına ya da onlar ile ilgili planına dahil etmediği konusunda emin olabiliriz. Hep0imiz esin ile yazan elçinin Romalılar mektubunun 11.bölümünde yer alan sözleri, onların gerçek önemini ve manevi gücünü atlamış ya da unutmuş olsak da ne anlama geldiklerini çok iyi biliriz. İsrail’den, vaadin zeytin ağacı ile bağlantılı olan kısmından söz eder iken elçi şöyle der: “İmansızlıkta direnmezler ise, İsrailliler de öz ağaca aşılanacaklar.” Romalılar 11: 23 – “çünkü” sözcüğü – tüm nedenlerin en sağlamı, en basiti ve en bereketlisidir – “Tanrının gücü vardır” – ve Tanrının bu konuda istekli olduğu kesindir – “onları tekrar öz ağaca aşılayacaktır.”  Çünkü eğer doğası itibarı ile yabanıl olan zeytin ağacından kesilip atılır isen “doğal yapısı yabanıl zeytin ağacından kesilip doğaya aykırı olarak cins zeytin ağacına aşılandın ise asıl dalların öz zeytin ağacına aşılanacakları çok daha kesindir! Kardeşler, bilgiçliğe kapılmamanız için şu sırdan habersiz kalmanızı istemem: İsraillilerden bir bölümünün yüreği, öteki uluslardan kurtulacakların sayısı tamamlanıncaya dek duyarsız kalacaktır. 6

Ve böylece tüm İsrail kurtulacaktır: yazılmış olduğu gibi, “Kurtarıcı, Siyon’dan gelecek, Yakup’un soyundan tanrısızlığı uzaklaştıracak. Onların günahlarını kaldıracağım zaman, kendileri ile yapacağım antlaşma budur. İsrailliler müjdeyi reddederek sizin uğrunuza Tanrıya düşman oldular ama Tanrının seçimine göre ataları sayesinde sevilmektedirler. Çünkü Tanrının armağanları ve çağrısı geri alınamaz. Bir zamanlar Tanrının sözünü dinlemeyen sizler şimdi İsraillilerin söz dinlemezliğinin sonucu merhamete kavuştunuz. Çünkü tanrı merhametini herkese göstermek için herkesi söz dinlemezliğin tutsağı kıldı.” Romalılar 11: 26-32. Yani, yasa temelinde gelmek yerine aynı öteki uluslar gibi egemen lütuf temeli üzerinde gelmeleri gerekmektedir – “Çünkü tanrı merhametini herkese göstermek için herkesi söz dinlemezliğin tutsağı kıldı.”

Konumuz ile ilgili kısım burada sona erer. Ama biz elçinin esin ile yazmış olduğu yüreğinden taşan harika sözlerin alıntısını yapmadan edemeyeceğiz: “Tanrının zenginliği ne büyük, bilgeliği ve bilgisi ne derindir! O’nun yargıları ne denli akıl ermez, yolları ne denli anlaşılmazdır! Rabbin düşüncesini kim bilebildi? Ya da kim O’nun öğütçüsü olabildi? Kim Tanrıya bir şey verdi ki, karşılığını O’ndan isteyebilsin? Çünkü her şeyin kaynağı O’dur; her şey O’nun aracılığı ile ve O’nun için var oldu. O’na sonsuza dek yücelik olsun. Amin!” Romalılar 11: 33-36.

Tüm kutsal yazılar gibi bu harika kısım da kitabımızın dördüncü bölümünün öğretişi ile mükemmel bir uyum içindedir. İsrail’in şimdiki durumu onların karanlık imansızlığının sonucudur. İsrail’in gelecekteki yüceliği Tanrının zengin egemen merhametinin ürünü olacaktır. “Çünkü Tanrınız Rab acıyan bir Tanrıdır. Sizi bırakmaz, yok etmez ve atalarınıza ant içerek yaptığı antlaşmayı unutmaz. Siz doğmadan önceki geçmiş günleri, Tanrının yeryüzünde insanı yarattığı günden bu yana geçen zamanı soruşturun. Göklerin bir ucundan öbür ucuna sorun.” – zaman ve yerin en uç sınırlarına kadar sorulur: “Bu kadar önemli bir olay hiç oldu mu? Ya da buna benzer bir olay duyuldu mu? Ateşin içinden seslenen Tanrının sesini sizin gibi duyup da sağ kalan başka bir ulus var mı? Hiç bir tanrı Tanrınız Rabbin Mısır’da gözlerinizin önünde sizin için yaptığı gibi denemeler ile, belirtiler ile, şaşılası işler ile, savaş ile, güçlü ve kudretli el ile, büyük ve ürkütücü olaylar ile gidip başka bir ulustan kendine bir ulus almaya kalkıştı mı? Bu olaylar Rabbin Tanrı olduğunu ve O’ndan başkası olmadığını bilesiniz diye size gösterildi. O, sizi yola getirmek için gökten size sesini duyurdu. Yeryüzünde size büyük ateşini gösterdi. Ateşin içinden size sözlerini duyurdu.” Yasanın Tekrarı 4: 31-36.

Burada tekil bir manevi güç ile İsrail adına yapılan tüm tanrısal eylemlerin temel konusunu ortaya koyduk. Tüm bunlar onların, Yehova’nın tek gerçek ve diri Tanrı olduğunu bilebilsinler diye oldu. O var idi ve O’nun gibisi olamaz idi. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek İsrail’in yeryüzünde Tanrı için bir tanık olması gerektiği, Tanrının amacı idi. Ve bu nedenle İsrail kesinlikle Tanrı için tanık olacaktır. Daha önce bu konuda başarısız olmalarına ve Tanrının yüce ve kutsal adına küfür edilmesine neden olmalarına rağmen sonunda Tanrı için tanık olacaklardır, çünkü Tanrının amacına hiç kimse engel olamaz. O’nun antlaşması sonsuza kadar kalıcıdır. İsrail her şeye rağmen yeryüzünde Tanrı için bereketli ve etkili bir tanık olacak ve tüm uluslar için bir zenginlik ve sonsuza kadar kalıcı bereketlerin kanalı olacaktır. Yehova bu konuda söz vermiştir ve insanlar ve şeytanlar birleşse de yeryüzünün ve cehennemin hiç bir gücü, Tanrının söylemiş olduğu sözün tam olarak yerine gelmesine engel olamaz. Tanrının yüceliği İsrail’in geleceğinde görülecektir ve eğer Tanrının sözünde yazılı olan tek bir harf bile başarısız olur ise o zaman bu durum O’nun yüce adına saygısızlık getirir ve düşmana fırsat verilmiş olur; bu yüzden Tanrının sözünün yerine gelmemesi nihai bir imkansızlıktır. İsrail’in gelecekteki bereketi ve Yehova’nın yüceliği bir birlerinden asla ayrılamaz bir bağ ile birbirlerine bağlıdırlar.  Eğer bu gerçek net olarak görülmez ise o zaman ne İsrail’in geçmişini ne de İsrail’in geleceğini anlamamız mümkün olmaz. Hayır, hatta bu konuda olası en büyük güven ile daha fazlasının da söylenmesi gerekir; yani, bu bereketli gerçek tam olarak kavranmadığı sürece peygamberlik yorumu ile ilgili sistemimiz nihai olarak yanlış kalacaktır.

Ama bölümüzde ortaya konan bir başka gerçek daha vardır – ilginç ve değerli bir gerçek. İsrail’in geleceğindeki yenilenme ve bereketinde Yehova’nın yalnızca yüceliği değil, ama aynı zamanda yüreğindeki sevgisi de söz konusudur. Bu gerçek, şu sözlerde dokunaklı bir tatlılık ile ortaya çıkar: “Atalarınızı sevdiği ve onun soyunu seçtiği için sizi büyük gücü ile Mısır’dan kendisi çıkardı. Amacı sizden daha büyük ve daha güçlü ulusları önünüzden kovmak ve onların ülkelerine girmenizi sağlamak, bu gün olduğu gibi mülk edinmeniz için ülkelerini size vermek idi.” Yasanın Tekrarı 4: 37,38.

Böylece Tanrı sözünün gerçekliği, O’nun adının yüceliği ve yüreğinin sevgisi, tüm bunların hepsi Tanrının, dostu İbrahim’in soyu ile olan ilişkisine dahil olan konulardır. Ve gerçi her ne kadar yasayı ihlal etmiş, O’nun adına saygısızlık etmiş, merhametini küçümsemiş, Oğlu’nu çarmıha germiş ve O’nun Ruhuna karşı koymuş olsalar da – tüm bunları yapmış olmalarına rağmen ve tüm bunların sonucunda uluslar arasına dağıtılmış ve örneği bulunmayan bir sıkıntıdan geçmiş olsalar dahi – yine de İbrahim, İshak ve Yakup’un Tanrısı adını yüceltecek, sözünü yerine getirecek ve yüreğindeki değişmez sevgisini yersel halkının gelecekteki tarihinde sergileyecektir. “Tanrının sevgisini hiç bir şey değiştiremez.” O, sevdiğini, sevgisi değişmeden sonuna kadar sever.

Eğer İsrail ile ilgili olarak bunu inkar eder isek o zaman kendimizin üzerinde durabileceği tek bir sağlam temele sahip olamayız. Eğer bir bölümde Tanrının gerçeğine dokunur isek o zaman herhangi bir şey hakkında hiç bir güvencemiz kalmaz. “Kutsal yazılar ihlal edilemezler.” Tanrının kutsal yazılarda vermiş olduğu tüm vaatler Mesih’te Tanrının yüceliği için “evet” ve “amin”dir! Tanrı, İbrahim’in soyuna bir ant içmiş idi; Kenan ülkesini sonsuza kadar onlara vereceğini vaat etmiş idi. “Tanrının armağanları ve çağrısı geri alınamaz.” Tanrı armağan ya da çağrısını asla geri almaz. Ve bu nedenle herhangi birinin O’nu vaatlerinden ve armağanlarından vazgeçirme girişiminde bulunmak ya da herhangi bir şekilde O’nun gerçek ve uygun planlarını yerine getirmeyeceğini düşünmek O’nu çok kederlendirir ve gücendirir ve tanrısal gerçekliğin saygınlığını lekeler. Kutsal yazıların kesinliği ile ilgili tüm gerçeklikten bizi yoksun kılar. Ve canı karanlık, kuşku dolu ve karışık düşünceler içinde bırakır.

Kutsal yazıların öğretişi açık, net, kesin ve farklıdır. Kutsal Yazıları yazdırmış olan Kutsal Ruh, ne söylediğini bilir ve bildiğini de söyler. Kutsal Ruh eğer İsrail’den söz ediyor ise Siyon’un İsrailini, Yeruşalem’in Siyonundan söz ediyor ise Yeruşalim’i kast ediyor demektir. Bu isimlerden herhangi birini Yeni Antlaşma kilisesine uyarlamak farklı olan şeyleri bir araya getirmek ve kutsal yazılarının yorumlanma yöntemini bu şekle getirmek kişiyi ancak sonuçların en fecisine yönlendirecektir. Eğer Tanrının sözüne böyle gevşek ve özensiz bir tavır ile davranır isek onun vicdanımız üzerindeki tanrısal yetkisinin farkına varmamız ya da tutum ve karakterimizin yönündeki şekil verici gücünü anlamamız kesinlikle imkansız olur.

Şimdi bir an için Musa’nın bölümümüzde topluluğa yaptığı hitabı özetleyen güçlü ricaya tekrar bakmamız gerekmektedir. Bu kısım, engin ve saygın dikkatimizi talep eder. “Bunun için, bu gün Rabbin yukarda göklerde ve aşağıda yeryüzünde Tanrı olduğunu, O’ndan başkası olmadığını bilin ve bunu aklınızdan çıkarmayın. Size ve sizden sonra gelen çocuklarınıza iyilik sağlaması ve Tanrınız Rabbin sonsuza dek size vereceği bu topraklarda uzun yıllar yaşamanız için bu gün size bildirdiğim Rabbin kurallarına ve buyruklarına uyun.” Yasanın Tekrarı 4:39,40.

Burada içten itaat konusundaki manevi talebin, Tanrının açıklamış olduğu karakterinin ve halkı adına yaptığı harika eylemlerin üzerinde temel aldığını görürüz. Tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek itaat etmek zorunda idiler – yürek, vicdan ve anlayış konusunda olası eylemde bulunabilecek olan her tartışma tarafından bağlanmış idiler. Onları Mısır’dan kudretli bir el ve uzanmış olan bir kol ile kurtarmış Olan; ülkeyi tam merkezinden şiddet ile sarsmış olan; adil asasını bir biri ardına darbeler vurmak için kullanan; halkı için, denizin ortasından yürüsünler diye bir yol açmış olan; onlara gökten ekmek ve sert kayadan su çıkartan ve tüm bunları yüce Adının görkemi ve onların atalarını sevdiği için yaptı – O’nun, halkının tam yürekten itaati üzerinde yetki sahibi olması mutlak surette kesin idi.

Bu, Yasanın Tekrarı adlı bereketli kitabın en önde gelen özelliği, savunma fikirlerinin önemli bir özeti olmasıdır. Ve şimdi Hristiyanların da bu konuya tam olarak dahil oldukları kesindir. Eğer İsrail manevi açıdan itaat etmeye bağımlı ise o zaman bizim de bağımlı olduğumuz çok daha kesindir! Eğer onlar güçlü motif ve objelere sahip idiyseler, aynı durumun bizim için de geçerli olduğu çok daha kesindir. Onların gücünü hissediyor muyuz? Yüreklerimizde onlar ile ilgili düşüncelere sahip miyiz? Mesih’in bizden talep ettikleri konusunda derin düşünüyor muyuz? Kendimize ait olmadığımızı ama bir bedel karşılığı hatta Mesih’in kanının sınırsız değerdeki bedeli ile satın alındığımızı hatırlıyor muyuz? Bu gerçeğin farkında mıyız? O’nun için yaşamayı istiyor muyuz? Bizi yöneten obje O’nun yüceliği mi? Motifimiz O’nun bizi zorlayan sevgisi mi? Ya da kendimiz için mi yaşıyoruz? Kutsal Rabbimiz ve Kurtarıcımızı çarmıha geren dünyanın ardından gitmek mi istiyoruz? Para kazanmak mı istiyoruz? Yüreklerimizde, para kavramı bir araç mı yoksa bir amaç mı? Para bizi yönetiyor mu? Bu dünyada kendimiz ve çocuklarımız için bir yer arıyor muyuz? Tanrısal huzurda, Tanrı gerçeğinin ışığında objemizin ne olduğu konusunda yüreklerimize içten bir şekilde meydan okuyalım – bizim gerçek, bizi yöneten, bizi canlandıran ve yüreğimizin peşinden gittiği obje nedir?

Değerli okuyucu, bunlara araştırmaya yönelik sorulardır. Bunların bir kenara atılmasına izin vermeyelim. Onları Mesih’in yargı kürsüsünün ışığında gerçekten ölçüp biçelim ve tartalım. Biz bu soruların tam ve gerek duyulan sorular olduklarına inanıyoruz. Çok ciddi önem taşıyan bir çağda yaşıyoruz. Her yanımızda, çok sayıda korkutucu taklitler mevcuttur. Ve bu taklidin en ürkütücü görünümü en çok sözde din inancında ortaya çıkar. Payımıza düşen günleri çizen kalem asla renkli değildir, asla abartmaz, ama her zaman insanları ve değerleri oldukları gibi tam bir titizlik ile sunar. 1.Timoteos 4.bölümde söz edilen “son zamanlarda” ifadesi, “son günlerde” (2.Timoteos 3:1) ifadesinden oldukça farklıdır – daha ilerdeki bir zamandan söz eder, daha net tanımlanır, daha güçlü bir şekilde işaret edilir – “Şunu bil ki, son günlerde çetin anlar olacaktır – bu ayet 1.Timoteos 4.bölümdeki ayetten çok farklıdır – “Şunu bil ki, son günlerde çetin anlar olacaktır. İnsanlar kendilerini seven, para düşkünü, övüngen, kibirli, küfürbaz, anne ve baba sözü dinlemez, nankör, kutsallıktan ve sevgiden yoksun, uzlaşmaz, iftiracı, özünü denetleyemeyen, azgın ve iyilik düşmanı olacaklar. Hain, aceleci, kendini beğenmiş, Tanrıdan çok eğlenceyi seven ve Tanrı yolunda imiş gibi görünüp bu yolun gücünü inkar edenler olacak. Böylelerinden uzak dur.” (2.Timoteos 3:1-5)

Ne kadar korkunç bir resim! Burada, birkaç parlak ve ağır cümle içinde aynı 1.Timoteos 4.bölümde olduğu gibi sadakatsiz ve batıl inançlara sahip bir Hristiyanlık görmekteyiz. Ama sonuncusunda gördüğümüz Katolik papalık sistemidir. İlkinde gördüğümüz ise, sadakatsizliktir. Her iki unsur da çevremizde işlemektedir. Ama sonuncusu daha üstün bir şekilde yükselecektir; aslında şimdi bile hızlı ve uzun adımlar ile yaklaşmaktadır. Hristiyanlığın önde gelen lider ve öğretmenleri Hristiyanlığın temellerine saldırmaktan utanmamakta ve korkmamaktadırlar. Sözde Hristiyan olan bir piskopos Musa’nın beş kitabı ile birlikte Kutsal Kitabın tamamının saygınlığını sorgulama çağrısında bulunmaktan utanmıyor ya da bundan korkmuyor. Çünkü şu kesindir ki, eğer Musa Eski Antlaşma’nın ilk beş kitabını esin ile kaydeden yazar değil ise o zaman Kutsal Yazıların tamamının ayaklarımızın altından kayıp gitmesi gerekecek idi. Musa’nın yazdıkları tanrısal Kitabın diğer önemli bölümlerinin tümü ile çok yakın bir bağ içinde değil ise o zaman bu bölümlere dokunuldukları takdirde hepsi kayıp gider. Eğer Kutsal Ruh, Tanrının hizmetkarı Musa’ya esin aracılığı ile Kutsal Kitabımızın bu ilk beş kitabını yazdırmamış olsa idi üzerinde duracağımız en ufak bir zemine ya da temele sahip olamaz idik. Canlarımızın üzerinde dinleneceği tanrısal yetkinin tek bir atomu bile mevcut olmaz idi. Görkemli Hristiyanlığın en önemli sütunları yok olup giderdi ve biz yolumuzda umutsuz bir karmaşaya sahip olur ve sadakatsiz kişilerin çekişmeli düşünce ve teorileri arasında sıkışıp kalır idik; göksel ışığın tek bir ışını bile var olmaz idi.

Tüm bunlar okuyucu için gereğinden fazla zor mu görünüyor? Okuyucu şöyle bir duruma inanabilir mi? Eğer bir an için Musa’yı inkar eden sadakatsiz kişiyi dinleyecek olsak ama yine de Mezmurlar, Peygamberler ve Yeni Antlaşma’ın içeriklerine inanabilir miyiz? Bu sadakatsiz kişi Musa’nın yazarlığını inkar ediyor ise o zaman çok ölümcül bir yalanın gücü altında olduğu kesindir. Bu kişi biraz sonra yazacağımız bölümler gibi içeriği eline alsın ve kendisine bunların ne anlama geldiklerini ve içeriklerinde neler bulunduğunu sorsun! Rabbimiz Yahudilere yaptığı konuşmada Musa’nın bu konudaki yetkisini inkar eden bir Hristiyan piskopos ile asla aynı fikirde değil idi ve şu sözleri söyledi: “Babanın önünde sizi suçlayacağımı sanmayın. Sizi suçlayan, umut bağladığınız Musa’dır. Musa’ya iman etmiş olsa idiniz bana da iman ederdiniz. Çünkü o benim hakkımda yazmıştır. Ama onun yazılarına iman etmez iseniz Bana nasıl iman edeceksiniz?” (Yuhanna 5: 45-47.)

Bu sözler üzerinde düşünün. Musa’nın yazmış olduklarına inanmayan biri – onun yazdıklarının tanrısal esin ile yazılmadıklarını düşünen biri Mesih’in sözlerine inanamaz ve bu yüzden Mesih’in kendisine iman edemez ve asla bir Hristiyan olamaz. Eski Antlaşmanın ilk beş kitabının tanrısal esin ile yazıldığını inkar etmek konuyu çok ciddi bir hale getirir ve aynı zamanda bu kişinin inkarını dinleyen ve onun düşüncesine sempati duyan kişi de eşit derecede ciddi sorumluluk altına girer. Hristiyan yardımseverliği ve özgür ruh hakkında konuşmanın hiç bir zararı yoktur. Ama yine de öğrenmemiz gereken şudur: herhangi bir şekilde edilen yardım ya da özgürlük imanımızın temelini teşkil etmezler. Böyle birinden bir Hristiyan piskoposu ya da herhangi bir Hristiyan görevlisi olarak söz etmek, konunun yalnızca bin kat daha kötü bir hale gelmesinden başka işe yaramaz. Kutsal Kitaba saldıran bir Voltaire’i ya da bir Paine’i anlayabiliriz. Onlardan beklediğimiz bir şey zaten yoktur; ama inancın bilinen ve atanmış görevlileri olarak tanınan ve Tanrının seçtiklerinin imanlarının bekçileri olarak kabul edilen ve kendilerini yalnızca İsa Mesih’i öğretmeye ve vaaz etmeye adamış ve Tanrının kilisesini beslemeye ve yönlendirmeye vermiş kişiler olarak düşünen bu insanlar, nasıl olur da Musa’nın beş kitabının sorgulanma çağrısında bulunabilirler? O zaman “Neredeyiz biz?” sorusunu sormaya hakkımız yok mudur? Ağzı ile iman ikrarında buluna kilise hangi noktalara gelmiş durumdadır?

Ama şimdi başka bir bölümü incelemek istiyoruz. Dirilmiş Kurtarıcı Emmaus yolunda akılları karışmış olan iki öğrenciye güçlü bir şekilde görünür: “İsa, onlara, ‘sizi akılsızlar! Peygamberlerin tüm söylediklerine inanmakta ağır davranan kişiler! Mesih’in bu acıları çekmesi ve yüceliğine kavuşması gerekli değil miydi?’ dedi. Sonra Musa’nın ve tüm peygamberlerin yazılarından başlayarak, Kutsal Yazıların hepsinde Kendisi ile ilgili olanları onlara açıkladı. Sonra onlara şöyle dedi: ‘Daha sizler ile birlikte iken Musa’nın yasasında peygamberlerin yazılarında ve Mezmurlar’da Benim ile ilgili yazılmış olanların tümünün gerçekleşmesi gerektir demiş idim.’” Luka 24: 25-27,44.

Burada görüyoruz ki, Rabbimiz çok kesin ve olumlu bir tavır ile Musa’nın yasasını esin ile yazılmış olan Kutsal Kitabın saygın bir parçası olarak kabul eder ve onu tanrısal Kitabın tüm diğer önemli bölümleri ile bağlantılı olarak kabul eder ve öyle bir şekilde kabul eder ki, bir bölümüne dokunulduğu zaman tümünün saygınlığına zarar verildiğini ifade eder. Eğer Musa’ya güvenilmemesi gerekiyor ise o takdirde Peygamberlere ve Mezmurlara da güvenilmemesi gerekir. Bunlar ya birlikte ayakta dururlar ya da birlikte düşerler. Ve yalnızca bu kadar da değil; ama bizler ya Eski Antlaşmanın ilk beş kitabının tanrısal yetkiye sahip olduğunu kabul etmek zorundayız ya da hayranlık uyandıran Rabbimiz ve Kurtarıcımızın sözlerinin doğru olmadığını kabul etmemiz gerekir. Bu iki düşünce arasında varılacak başka hiç bir sonuç olamaz.

Ve şimdi yine varlıklı adam ve Lazarus benzetmesinin sonunda yer alan şu ciddi ve önemli ayetleri okuyalım. “İbrahim, ‘Onlarda Musa’nın ve peygamberlerin sözleri var, onları dinlesinler’ dedi. Zengin adam, ‘Hayır, İbrahim baba, dinlemezler!’ dedi. ‘ancak ölüler arasından bir onlara gider ise o zaman tövbe ederler.’ İbrahim, ona, 2Eğer Musa ile peygamberleri dinlemezler ise ölüler arasından biri dirilse bile ikna olmazlar’ dedi.” (Luka 16:29-31)

Son olarak eğer tüm bunlara Rabbimiz ile ilgili şu gerçeği ekleyecek olur isek şunu anlarız: Rabbimiz çöldeki şeytan ile çatışma anında ona yalnızca Musa’nın yazdıklarından alıntı yaptığı sözleri söyler; bu gerçek tüm sorgulamaların ötesinde oldukça yeterli bir kanıt teşkil etmektedir; ama aynı zamanda Kutsal Kitabın ilk beş kitabının yetkinliğini sorgulamaya çağıran kişi aslında Kutsal Kitaba, tanrısal hiç bir açıklamaya, hiç bir yetkiye ve imanı için hiç bir sağlam temele gerçekten sahip olamaz. Kendisini bir Hristiyan piskopos ya da Hristiyan bir görevli olarak çağırabilir ya da diğer kişiler tarafından böyle çağrılabilir. Ama ciddi gerçek bu kişinin bir kuşkucu olduğudur ve kendisine iman eden ve gerçeği bilen herkes tarafından kuşkucu bir kişi olarak davranılması gerekir. Bir kişinin canındaki tanrısal yaşamın kıvılcımı ile Tanrı sözünün esin ile yazılmış olan böylesine büyük bir bölümünü inkar etmek gibi korkunç bir günahın mahkumiyeti altına girmesini anlayamıyoruz. Rabbimiz İsa Mesih’in sözleri nasıl olur da sahte belgelerden alıntılar olarak düşünülebilirler?

Musa’nın yazıları konusu oldukça ciddi bir konudur. Öyle görünüyor ki, bu gerçekleri inkar eden kişiler aslında Hristiyanlığın en önemli temellerini inkar etmektedirler. Ne yazık ki, rağbet gören düşünce ahlak sahibi ve yardımsever kişilerin inandıklarının sonuçlarının doğru olması gerektiğidir. Bize söylenen, yaşamın bir iman ikrarı ya da dogmadan daha iyi olduğudur. Tüm bunlar insan mantığına yakın gelebilirler. Ama okuyucu tüm bu tür konuşma ve iddiaların Kutsal Kitaptan kurtulmak gibi doğrudan bir eğilim sergilediğini fark etmelidir – Kutsal Ruhtan kurtulmak – Tanrıdan kurtulmak- Kutsal Kitabın canlara açıkladığı her gerçekten kurtulmak! Bunu aklımızda tutalım ve Tanrının değerli sözüne yakın kalmanın ardından gidelim. Yüreğimizde bu sözü hazinemiz olarak saklayalım ve kendimizi her gün daha çok dua ederek Tanrının sözünü okumaya adayalım. Böylece yüreğimiz kuşkuculuk ve sadakatsizliğin her şekil ve biçiminin etkisinden korunmuş olacak ve canımız sözün sade ve saf sütü tarafından beslenecek ve tazelenecektir. Ve tüm manevi varlık sürekli olarak tanrısal huzurun sığınağında korunmuş olacaktır. İhtiyaç duyulan şey budur. Bundan başka hiç bir şey işe yaramayacak ya da yarar sağlamayacaktır.

Şimdi, üzerinde dikkatimizi yoğunlaştırmış bulunduğumuz bu harikulade bölüm hakkındaki derin düşüncelerimize son vermemiz gerekiyor. Ama bunu yapmadan önce, bir an için üç sığınak kent ile ilgili dikkat çekici konuya işaret etmek istiyoruz. Bu konu, özensiz bir okuyucu için gereksiz gibi görünebilir; ama aksine bizim bu konudaki beklentimiz, mükemmel ve güzel bir manevi düzeni gözler önüne sermektir. Kutsal ;Yazılar her zaman tanrısal mükemmelliğe sahiptirler ve eğer biz onların güzelliğini ve manevi görkemini göremez ve takdir edemez isek o zaman bunun nedeni bizim körlüğümüz ve duyarsızlığımızdır.

“Bundan sonra Musa Şeria ırmağının doğusunda üç kent ayırdı. Öyle ki, önceden kin beslemediği bir komşusunu istemeyerek öldüren biri bu kentlerden birine kaçıp canını kurtarabilsin. Bu kentler şunlar idi: Rubenliler için ovadaki kırsal bölgede Beser, Gadlılar için Gilat’taki Ramot ve Manaşşeliler için Başan’daki Golan.” Yasanın Tekrarı 4: 41-43.

Burada her zaman olduğu gibi Tanrının insan zayıflığının ve başarısızlığının ötesine geçen lütfunun harika bir şekilde yükselerek kendisini gösterdiğini görürüz. Miras paylarını Şeria’nın bu yakasında seçmiş olan iki buçuk oymağın ölüm ırmağının diğer yakasında bulunan Tanrının İsrailinin uygun payından yoksun kaldığı aşikar idi. Ancak bu başarısızlığa rağmen Tanrı yine de bol lütfu aracılığı ile sıkıntı gününde kaçmak zorunda kalan zavallı birini sığınaksız bırakmayacak idi. Eğer insan Tanrının düşüncelerinin yüksekliğine çıkamıyor ise o zaman Tanrı insanın ihtiyacının derinliklerine, aşağı gelebilir. Ve hamdolsun ki Tanrı her zaman böyle yapar ve bu olayda da iki buçuk oymak Şeria ırmağının bu yakasında diğer dokuz buçuk oymağın Kenan ülkesinde sahip olduğu gibi aynı sayıda sığınak kente sahip idi.

Bu olayda gerçekten bol lütuf görmekteyiz. Lütuf, insan davranışından ne kadar farklı bir davranış! Yalnızca yasanın ya da yasal doğruluğun ne kadar da ötesinde! Yasal açıdan bu iki buçuk oymağa şu sözler söylenebilir idi: “Eğer mirasınızı tanrısal hedefin dışında seçecekseniz, eğer vaat edilen ülke olan Kenan ülkesinden daha azına razı iseniz, o ülkenin ayrıcalık ve bereketlerinin tadını çıkartmayı beklememeniz gerekir. Kenan ülkesindeki bereketler Kenan ile sınırlanmalıdır ve bu yüzden sizin adam öldüren kişiniz yolunu Şeria ırmağından geçirmek ve orada sığınak bulmak zorunda kalacaktır.”

Yasanın söylemesi gereken budur, ama lütuf farklı bir şekilde konuşur. Tanrının düşünceleri bizim düşüncelerimiz değildir ve yine aynı şekilde Tanrının yolları bizim yollarımız değildir. İki buçuk oymak için tek bir sığınak kentin dahi sağlanmasını harika bir lütuf olarak görebiliriz. Ama bizim Tanrımız bizim istediğimizden ya da hayal edebileceğimizden dahi çok fazlasını yapar ve bu nedenle Şeria ırmağının bu yakasındaki o oldukça küçük bölge, Kenan ülkesinin tamamında uygulanan aynı tam lütuf sağlayışı ile bereketlenmiştir.

Bu lütuf, iki buçuk oymağın haklı olduğunu mu kanıtlar? Hayır; ama Tanrının iyi olduğunu kanıtlar ve Tanrı bizim tüm zayıflıklarımız ve akılsızlıklarımıza rağmen her zaman Kendisi gibi davranmak durumundadır. Tanrı, istemeyerek adam öldürmüş zavallı birini Gilat Kenan ülkesinde olmamasına rağmen Gilat ülkesinde bir sığınak kenti olmadan bırakabilir miydi? Kesinlikle hayır! “Adaletimi yakına getiriyorum” diyen Biri’ne bu yakışmaz idi. Tanrı sığınak kentini, istemeyerek adam öldürmüş bir zavallının “yakınına” getirmek konusu ile ilgilendi. Tanrı, zengin ve değerli lütfunu, bu lütfa ihtiyacı olan kişinin bulunduğu yere akmasını ve o kişinin bulunduğu yerde lütuf görmesini sağladı. İşte, Tanrımızın yolları böyledir, O’nun yüce adına sonsuza kadar övgüler olsun!

“Ve Musa’nın İsraillilere anlattığı yasa işte budur. Mısır’dan çıktıktan sonra Musa’nın İsraillilere bildirdiği yasalar, kurallar ve ilkeler bunlardır. Musa bunları Şeria ırmağının doğu yakasındaki, Beytpeor karşısındaki vadide bildirdi. Burası daha önce Heşbon’da oturan amorluların kralı Sihon’a ait topraklar idi. Musa ile İsrailliler Mısır’dan çıktıkları zaman kral Sihon’u bozguna uğratmışlar idi. Onun ve Başan kralı Og’un ülkesini, yani Şeria ırmağının doğusunda yaşayan iki Amorlu kralın ülkesini ele geçirmişler idi. Bu topraklar, Arnon vadisi kıyısındaki Aroer kentinden Sion, yani Hermon dağına kadar uzanıyor, Pisga dağının eteğindeki Arava gölüne dek uzanan Şeria ırmağının doğu yakasındaki bütün Arava’yı kapsıyor idi.” Yasanın Tekrarı 4. 44-49.

Bu harika bölüm yukardaki ayetler ile son bulur. Tanrının Ruhu insanların sınırlarını izlemekten ve onların öyküleri ile ilgili en dakik ayrıntılar üzerinde durmaktan keyif alır; onlar ile bağlantısı olan her konuya – çatışmaları, zaferleri, sahip oldukları mal ve mülkleri, sınır taşları ve haklarındaki her şey, O’nun dokunaklı lütfu ve sevgisi aracılığı ile dakik bir şekilde gerekli olan sağlayışı bulur - diri ve sevgi dolu bir ilgi duyar. Ve tüm bunları yaptığı için insan yüreği hayranlık, sevgi ve övgü ile dolar. İnsan kendine verdiği aşağılık Tanrısız öz önem yüzünden dakik ayrıntılara girmenin saygınlığını lekeleyeceğini düşünür. Ama Tanrı başımızdaki saç tellerinin sayısını bilir; göz yaşlarımızı şişesinde biriktirir. Her isteğimiz, her üzüntümüz ve her ihtiyacımız hakkında bilgi sahibidir. O’nun sevgisi nedeni ile hiçbir şey küçük, ufak ya da önemsiz değildir. Aynı şekilde O’nun gücü için de hiç bir şey gereğinden fazla büyük değildir. Tanrı, sevecen ilgisini halkının her bir bireyi üzerinde sanki o birey ilgilendiği tek kişi imiş gibi odaklandırır. Ve her gün bizim özel öykümüzde önemsiz gibi görünen her koşula ya da duruma özel ve sevecen bir ilgi gösterir.

Kendi refahımız için bunu aklımızda tutalım. Ve O’na daha iyi güvenmeyi ve O’nun Baba sevgisini ve ilgisini daha sade bir iman kullanarak öğrenebilelim. O, bize, tüm yüklerimizi O’nun üzerine atmamızı söyler ve böylece bizi kayırdığına dair bize güvence verir. O, vicdanımız nasıl suçtan özgür ise, aynı şekilde yüreklerimizin de kaygıdan uzak olmasını ister. “Hiçbir konuda kaygılanmayın: her konudaki dileklerinizi Tanrıya dua edip yalvararak şükran ile bildirin. O zaman Tanrının her kavrayışı aşan esenliği Mesih İsa aracılığı ile yüreklerinizi ve düşüncelerinizi koruyacaktır.” Filipeliler 4:6,7.

Ne yazık ki büyük çoğunluğumuz bu sözler gibi sözlerin anlamını ve gücünü çok az bilirler ve bu sözlerin gerçek derinliğinden haberdar değildirler. Bu sözleri okuruz ve onları işitiriz. Ama onları içimize almaz ve kendimize mal etmeyiz. Onları hazmetmez ve uygulamak için kullanmayız. Babamızın bizim tüm küçük ihtiyaç ve isteklerimiz ile ilgilendiğine dair bereketli gerçeğin aslında ne kadar az farkındayızdır! Ve ne yazık ki, küçük isteklerimiz ve zorluklarımız ile O’na gidebileceğimizi bilmeyiz. Biz bu tür ufak şeylerin sonsuzlukta yaşayan ve yeryüzünün merkezinde oturan Yüce ve Her Şeye Gücü Yeten Tanrının aklına bile gelmeyeceğini düşünürüz. Bu şekilde düşünmemiz ciddi bir hatadır ve bizden günlük öykümüz içinde yer alan sayılamayacak kadar çok bereketi çalar. Her zaman hatırlamamız gereken şey şudur: Tanrımız için büyük ya da küçük olan hiç bir şey yoktur. Engin evreni sözünün gücü ile ayakta tutan Tanrı için her şey aynıdır. Ve Tanrı yere düşen bir serçenin bile farkındadır. O’nun için zavallı yoksul bir dula kahvaltı hazırlamak ile bir dünya yaratmak eşit kolaylıktadır. O’nun gücünün yüceliği, yönetiminin manevi görkemi ve özenli ilgisinin dakikliği, bunların hepsi aynı şekilde yüreklerimize hayranlık ve tapınma buyururlar.

İmanlı okuyucu, tüm bu bereketli gerçeklere sahip çıkmaya ve kendine mal etmeye bak! Günlük yürüyüşünde tanrıya daha yakın bir şekilde yaşamanın ardından git! O’na daha çok yaslan. O’nu daha fazla kullan. Tüm ihtiyaçlarında O’na git ve o zaman asla zavallı ölümlü bir insana ihtiyacından söz etmek zorunda kalmazsın. “Tanrım da her ihtiyacınızı kendi zenginliği ile Mesih İsa’da görkemli bir biçimde karşılayacaktır.” Filipeliler 4:19.  Ne yüce ve harika bir kaynak! – “Tanrı.” Ne müthiş bir standart!  - “O’nun yücelerdeki zenginlikleri.” Ne harika bir kaynak! – “Mesih İsa.” Tüm ihtiyaçlarınızı O’nun Mesih’teki zenginliğinden karşılayabilmeniz sizin için ne kadar hoş bir ayrıcalıktır! O’nun tükenmez hazinesi, Yüreğindeki sevginin tümü ile önünüzde açılmıştır; gidin ve imanın sade basitliği aracılığı ile bu hazineden alın ve o zaman asla bir yaratığı kaynak olarak aramanız ya da bir yaratığa destek olarak dayanmanıza gerek kalmayacaktır.


1. Mesih’in Laodikya’daki kiliseye bulunduğu ciddi hitabı uygulamak için modern müjdecilik vaazlerinde bazen günahkarın durumu ile ilgili büyük bir hata yapıldığını görürüz. Hiç kuşkusuz, vaizin kast ettiği şey yeterince doğrudur, ama burada sunulmamıştır. Mesih bir günahkarın yüreğinin kapısını çalmamaktadır; ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin kapısında durmuş ve kapıyı çalmaktadır. Bu, ne kadar da önemli bir gerçektir. Bu durum kilise ile ilgili ne kadar da ciddi ve derin bir sorumluluğu ortaya koymaktadır! Gelinen son ne kadar da hazindir! Mesih dışarda kalmıştır! Ama yine de Mesih’in sunduğu lütuf ne kadar da yücedir; çünkü O kapıyı yine de çalmaktadır. Mesih içeri girmek istemektedir! Sabırlı lütfu ve değişmez sevgisi ile Kendisine yalnızca kapıyı açacak olan her sadık bireyin yüreğine girmeye hazır bir şekilde ayrılamamakta ve gitme zamanını uzatmaktadır. “eğer biri”- tek bir kişi bile ! Sart’ta iken Rab İsa “birkaç kişiden” kesin olarak söz edebilmiş idi; Laodikya’da ise yalnızca tek bir kişi bulmaktan söz ediyor. Tek bir kişi dahi O’na yüreğinin kapısını açacak olsa, O içeri girecek ve o kişi ile birlikte yemek yiyecektir. Değerli Kurtarıcı! Canlarımızın sadık Sevgilisi! “Rab İsa, dün, bu gün ve sonsuza kadar aynıdır.”

Değerli okuyucu, şeytanın Laodikya kilisesine yapılan ciddi ve araştıran hitabını değiştirip bozmak istemesine şaşırmamız gerekir mi? Eğer bu sözlerin YALNIZCA yeniden doğmamış olan bir can için söylendiğini söylemek, kesinlikle, ağzı ile iman ikrarında bulunan kiliseyi Yeni Antlaşma’nın sayfaları içinde bulunan uygun, tadı acı ve güçlü yalvarışlardan yoksun bırakmak demek olduğu konusunda hiç bir tereddüdümüz yoktur.

2. Rabbin “buyrukları” ve “sözleri” arasında ilginç bir farklılık mevcuttur. O’nun buyrukları ne yapmamız gerektiği konusunda farklı ve kesindir. Söylediği sözler ise düşüncesinin ifadesidirler. Eğer ben çocuğuma bir buyruk verir isem bu onun görevinin ifade edilişidir. Ve eğer çocuğum beni seviyor ise buyruğumu yerine getirmekten zevk alacaktır. Ama eğer çocuğum benim bir şeyin yapılmasını görmekten hoşlandığımı söyler iken duyar ve aslında ben ona bu şeyi yapmasını söylememiş olmama rağmen onun gidip beni memnun etmek için o işi yaptığını görmem yüreğimi onun buyruğumu yerine getirmesinden daha derin etkileyecektir. O halde Mesih’in yüreğini hoşnut etmeye gayret etmemiz doğru olmaz mı? O, bizi kabul edilebilir yaptı; çarmıhta tamamladığı iş ve akıttığı kanı sayesinde kabul edildik; o zaman bizim için O’nu hoşnut etmek bir zevk olmalıdır, öyle değil mi? Mümkün olan her şekilde O’nu hoşnut etmenin ardından gitmemiz gerektiği kesindir. O, O’nu sevdiğimiz için sözünü dinlememizden keyif alır. Kendisi de aynı şekilde Baba’yı hoşnut etmiştir. “Senin isteğini yapmaktan zevk alırım; evet, sözün yüreğimin içindedir.” “Eğer buyruklarımı yerine getirir iseniz, o zaman sevgimde kalırsınız. Aynı benim Babamın buyruklarını yerine getirip O’nu sevgisinde kaldığım gibi.” “ O’nun buyruğu Oğlu İsa Mesih’in adına inanmamız ve İsa’nın buyurduğu gibi birbirimizi sevmemizdir.” Ah, keşke İsa’nın ruhundan daha çok içebilsek, O’nun kutsal ayak izlerinden yürüyebilsek ve O’nu daha sevgi dolu, daha adanmış ve tam bir yürek ile her konuda hoşnut edebilsek. Sevgili imanlı okuyucu, bu gibi değerlerin ardından gayret ile gitmeyi isteyelim. Bu konuda bizi harekete geçirecek olan, O’nun bize olan eşsiz ve sonsuz, koşulsuz ve değişmeyen sevgisini hep hatırlayalım, çünkü ancak  “Önce O bizi sevdiği için biz sevebiliriz”, O’nun çarmıhta kanıtladığı sevgisini her zaman hatırlayalım ve O’nun bizdeki sevgisi ile O’nun yüreğini hoşnut kılalım ve O’nun Adı bizlerde yücelsin ve her günkü yaşamımızda diğer kişiler O’nun iyilik ve bereketlerini görerek O’na yaklaşsınlar.

3. Bizim Authorised Version adlı çevirimizde yer alan Romalılar 7:6 ayeti yasanın ölü olduğunu – bu doğru değildir -  öğrettiği için görünürde hatalıdır. “Yasayı özüne uygun bir şekilde kullanan için yasanın iyi olduğunu biliyoruz.” (1.Timoteos 1:8) Ve yine aynı konuda başka bir ayet: “Yasa kutsaldır.” (Romalılar 7) Kutsal yazılar yasanın ölü olduğunu asla öğretmezler, ama imanlının yasa karşısında ölü olduğunu öğretirler – bu ifade, diğer ifadeden tamamen farklı bir ifadedir. Ama bu ayrıca [apothanontes, ἀποθανόντες] iyi eğitim almış bir okul çocuğunun bile kolayca görebileceği gibi yasaya uygulanamaz; bize, imanlılara uygulanabilir. Eğer yasaya uygulanabilecek olsa idi o zaman sözcük [apothanontos, ἀποθανόντος] olacak idi.

4. Belki okuyucu bizim üstün İngilizce dilindeki Kutsal Kitabımızın konuya müdahalesi nedeni ile biraz imrenme duyabilir. Pek çok başka kişi gibi o da şöyle diyebilir: “Eğitilmemiş bir kişi neyin kutsal yazılar olduğunu ve neyin kutsal yazılar olmadığını nasıl bilecek? Böylesine önemli bir konuda ona kesinlik vermesi için bilim adamlarına ve eleştirmenlere bağımlı olmak zorunda mıdır? Eğer böyle ise o zaman Tanrının sözünü onaylamak için insan yetkisine başvurmak aynı eski hikayenin tekrarlanması demek değil midir?” Hayır, hiç bir şekilde değildir. Bundan tamamen farklı bir şeydir. Tüm kopyaların ve çevirilerin insani oldukları için bazı noktalarda kusurlu olmaları gerektiğini hepimiz biliyoruz. Ama sözü orijinal İbranice ve Grekçe dillerinde de veren aynı lütfun İngilizce çeviri için de harika bir şekilde özenli yazılmasına dikkat ettiğine inanıyoruz. Öyle ki, dağın gerisinde kalan zavallı bir kişi kendi sıradan Kutsal Kitabında da Tanrının düşüncesinin açıklandığından emin bir şekilde huzurlu olabilir. Konu ile ilgili bilginlerin ve eleştirmenlerin bölümler üzerinde emek sarf ederek çalıştıklarını bilmek ve hiç birinin bu bölümlerde Hristiyanlık öğretişinin herhangi bir temelini etkileyen tek bir konu bile bulmadıklarını bilmek harikadır. Lütufta bulunarak bize kutsal yazıları vermiş olan Tanrı öncelikle bu kutsal yazıları gözlemiş ve onları kilisesi için en harika şekilde korumuştur. Ayrıca, çağdan çağa bilgin ve eleştirmenlerin çabalarından yararlanmayı uygun bulmuş ve insanlar aracılığı ile kutsal yazıların içine sızmış olan kutsal metinlerdeki hataları temizlemek için onlara güç vermiştir. Bu düzeltmelerin, bizim kutsal yazıların bir bütün olarak saygınlığına duyduğumuz güveni sarsmaları gerekir mi ya da bizi Tanrının gerçek sözüne sahip olup olmadığımız konusunda kuşku duymaya yönlendirmesi mi gerekir? Hayır, aksine, bu düzeltmeler bizi Tanrıya teşekkür etmeye yönlendirmelidirler; çünkü Tanrı, iyiliği nedeni ile sözünü kilisesinin saygınlığı içinde kotrumak için sözünü özenli bir şekilde korumuştur.

5.   Yunus peygamber, bu konuda elbette bir istisnadır; onun görevi Neineve’ye gitmek idi. Öteki uluslara işaret eden göreve sahip olan tek peygamber o idi.

6. Okuyucu Romalılar 11.bölümdeki “öteki ulusların sayısının tamamlanması” ve Luka 21.bölümdeki “öteki ulusların zamanı” arasındaki farka dikkat etmelidir. Romalılar 11.bölümdeki ifade şimdi kilisede toplanan kişilere işaret eder. Luka 21.bölümdeki ifade ise bunun aksine Nebukadnessar ile başlayan öteki ulusların üstün olduğu döneme ve Daniel kitabının 2.bölümündeki “bir taş, insan eli değmeden kesilip heykelin demirden, kilden ayaklarına çarparak onları paramparça ettiği” zamana kadar olan döneme işaret eder.