Yasa’nın Tekrarı 3

Topkapı Sarayı
Topkapı Sarayı

“Bundan sonra dönüp Başan’a doğru ilerledik. Başan kralı Og ile ordusu bizim ile savaşmak için Edrei’de karşımıza çıktı. Rab, bana, ‘Ondan korkma’ dedi, ‘Çünkü onu da ordusu ile ülkesini de senin eline teslim ettim. Amorluların Heşbon’da yaşayan kralı Sihon’a yaptığının aynısını ona da yapacaksın. Böylece Tanrımız Rab, Başan kralı Og’u da onun halkını da elimize teslim etti. Hiç birini sağ bırakmadan hepsini yok ettik. Bütün kentlerini ele geçirdik. Ele geçirmediğimiz tek kent kalmadı. Hepsi altmış kent idi: Başan’da Og’un ülkesi olan bütün Argov bölgesi. Bütün bu kentler yüksek surlar, kapılar ve sürgüler ile sağlamlaştırılmış idi. Bunlardan başka sur ile çevrilmemiş bir çok köy de var idi. Heşbon kralı Sihon’a yaptığımız gibi hepsini yok ettik. Her kenti kadın, erkek ve çocuklar ile birlikte tümü ile yok ettik. Hayvanlara ve kentlerdeki mallara ise el koyduk.” Yasa’nın Tekrarı 3: 1-7.

Başan kralı Og hakkındaki tanrısal buyruklar bir önceki bölümde Amor kralı Sihon ile ilgili olarak verilen buyruklara oldukça çok benzeyen buyruklar idi. Ve biz bu her iki kral ile ilgili olan durumu anlamak için onlara Tanrı yönetiminin ışığında saf bir şekilde bakmamız gerekir. Bu konu çok derin bir ilginçliğe ve uygulamalı öneme sahip olmasına rağmen çok az anlaşılmış olan bir konudur. Lütuf ve yönetim arasındaki farkı titiz bir şekilde anlamamız gerekir. Tanrıyı yönetir iken düşündüğümüz zaman O’nu doğruluk yolundaki gücünü kötülük yapanları cezalandırarak sergilediğini görürüz; öcünü düşmanlarının üzerine yağdırır; imparatorlukları yer ile bir eder; tahtları devirir; kentleri yok eder, ulusları, oymakları ve insanları silip süpürür. Tanrının halkına, erkek, kadın ve küçük çocukları kılıç ile öldürmesini, onların evlerini yakmalarını ve kentlerini ıssız harabelere dönüştürmelerini buyurduğunu görürüz.

Ve yine Tanrının peygamber Hezekiel’e şu dikkat çeken sözler ile hitap ettiğini işitiriz. “İnsanoğlu, Babil kralı Nebukadnessar ordusunu Sur kentine karşı büyük bir saldırıya geçirdi; herkesin saçı döküldü ve ağır yük yüzünden omuz derileri yüzüldü ama Sur’a karşı ordusunu saldırıya geçirmesine karşın bundan ne knedisi ne de ordusu yararlandı. Bu yüzden egemen Rab şöyle diyor: ‘Mısır’ı Babil kralı Nebukadnessar’a vereceğim ve onun servetini alıp götürecek. Ordusuna ücret olarak ülkeden yağmaladığı çapul malını dağıtacak. Hizmetine karşılık Mısır’ı ona verdim. Çünkü o da ordusu da bana hizmet ettiler. Egemen Rab böyle diyor.” (Hezekiel 29:18-20)

Buradaki bölüm kutsal yazıların çok harika bölümlerinden biridir; Eski Antlaşma’daki kutsal yazıların tüm ciltleri boyunca devam eden bir konuyu önümüze getirmektedir. Ve bu konu bizden derin ve saygılı bir dikkat talep eder. İster Musa’nın beş kitabına, ister tarihi kitaplara, ister Mezmurlara ya da peygamberlere bakalım esin veren Kutsal Ruh’un bize Tanrının yönetiminin eylemlerinin en dakik ayrıntılarını vermekte olduğunu görürüz. Nuh’un günlerinde tufan oldu ve tüm yeryüzü üzerinde yaşayanlar ile birlikte sekiz kişi dışında tanrısal bir yönetim aracılığı ile yok edildi. Erkekler, kadınlar, çocuklar, hayvanlar, kümes hayvanları ve sürüngenlerin hepsi silip süpürüldüler ve Tanrının adil yargısının büyük ve kaba dalgaları altında gömüldüler.

Ve daha sonra Lut’un günleri zamanında vadinin tüm kentleri içinde yaşayan tüm erkekler, kadınlar ve çocuklar ile birlikte kısa süren birkaç saat içinde Her Şeye Gücü Yeten Tanrının eli tarafından mutlak bir yıkıma uğratıldılar. Ve Kızıl Denizin koyu ve karanlık suları altında gömüldüler. “Sodom ve Gomora ve onlar gibi suçlu davranan diğer kentler kendilerini fuhuşa verdikleri ve yabancı benliğin peşinden gittikleri için sonsuz ateşin öcü ile acı çekme konusunda örnek olarak ortaya konulurlar.”

Sonra yine esin ile yazılmış olan öykünün sayfası boyunca devam eder isek Kenan diyarındaki yedi ulusun erkek, kadın ve çocuklarının esirgemeyen bir yargı ile İsrail’in eline teslim edildiğini görürüz; nefes alan hiç bir canlının hayatta bırakılmaması gerekiyor idi.

Ama tanrısal yönetimin ciddi eylemlerini gözlerimizin önüne seren kutsal yazıların tüm bölümlerine işaret etmek istesek dahi buna zamanın yetmeyeceğini söylemek zorundayız. Yalnızca şunu söylemek ile yetinelim; kanıt çizgisi tufan ile başlayarak ve değerlerin şimdiki sistemini ateş ile yakıp sona erdirerek Yaratılış kitabından Vahiy kitabına kadar devam eder.

Şimdi burada sorulması gereken soru şudur: Yöneten Tanrının bu yollarını anlamaya razı mıyız? Bunu herhangi bir şekilde yargılamaya kalkışmak bize düşer mi? Tanrısal Takdirin derin ve müthiş gizemlerini çözebilecek güce sahip miyiz? Bunu yapabilir miyiz? Ya da bunu yapmaya çağrıldık mı? – çaresiz bebeklerin suçlu anne ve babalarının yargısına karışmak gibi bir gerçeğe çağrılabilirler mi? İnançsız imansızlık bu gibi konuları küçümseyip dudak bükebilir; hastalıklı duygusallık bu gibi konular karşısında sendeleyebilir, ama gerçek imanlı, inançlı Hristiyan, kutsal yazılara saygı duyan öğrenci tüm bu sorulara tek ama basit ve sağlam şu karşılığı verecektir, “Tüm yeryüzünün yargıcı doğru olanı yapmayacak mı?”

Değerli okuyucu, bu, bu tür sorulara verilecek olan karşılığın tek gerçek yoludur. Eğer insan yönetimdeki Tanrının eylemlerini yargılamaya kalksa; Tanrı için neyi yapmasının değerli ya da neyi yapmamasının değerli olduğu gibi konularda Tanrının yerine kendisi karar vermeyi üstlense, o zaman Tanrı ile ilgili gerçek bütünü ile kaybolur. Ve şeytanın hedeflediği şey de tam olarak budur. Şeytan insan yüreğinin Tanrıdan ayrılmasını ister ve bu yüzden insanı mantık yürütmeye ve soru sormaya yönlendirir; oysa yeryüzünün üstünde olan göğün görüş açısı insan görüş açısının ulaşamayacağı uzaklıktadır. Tanrıyı tam olarak kavramamız mümkün müdür? Eğer kavrayabilse idik, o zaman bizim kendimizin Tanrı olması gerekir idi!

“O’nu kavrayamayız,
Ama yine de yeryüzü ve gök bize
Tanrı’nın Egemen olarak tahtında oturduğunu
Ve her şeyi mükemmel bir şekilde yönettiğini söylerler.”

Her şeyden önce zavallı ölümlü insanların Her Şeye Gücü Yeten Yaratıcı’nın ve evrenin bilgelik kaynağı olan Yöneticisinin planlarını, eylemlerini ve yollarını sorgulama cesaretini göstermeleri mutlak bir saçmalık ve imansızlıktır. Bu şekilde davranan herkesin eninde sonunda yaptıkları korkunç hatanın farkına varacakları kesindir. Bu tür sorular soranların ve itirazda bulunanların hepsi için söylüyoruz, kendileri için yapacakları en iyi şey esin ile yazmış olan elçinin Romalılar kitabının 9.bölümünde yer alan şu önemli soruya kulak vermeleri gerekir: “Ama ey insan, sen kimsin ki, tanrıya karşılık veriyorsun? Kendisine biçim verilen, biçim verene, ‘Beni niçin böyle yaptın?’ der mi? Ya da çömlekçinin aynı kil yığınından bir kabı onurlu iş için, öteki kabı da bayağı iş için yapmaya hakkı yok mu?” Romalılar 9: 20,21.

Ne kadar basit! Ne kadar güçlü! Ve ne kadar yanıtlanamaz! İmansızlık mantığının tüm nasıl ve neden’lerine karşılık vermenin tanrısal yöntemi budur. Eğer bir çömlekçi elinde tuttuğu kil yığını üzerinde güce sahip ise – hiç kimsenin aksini düşünemeyeceği bir gerçek – o zaman her şeyin Yaratıcısının Kendi elleri ile şekil vermiş olduğu yaratıklar üzerinde güç sahibi olduğu çok daha kesindir! İnsanlar, Tanrının dünyaya günahın girmesine neden izin verdiği hakkında mantık yürütebilir ve sürekli olarak bu konuda tartışabilirler; Tanrı neden şeytanı ve onun meleklerini yok etmedi? Yılanın Havva’yı ayartmasına neden izin verdi? Neden Havva’nın yasakladığı ürünü yememesi için harekete geçmedi ya da Havva’yı neden durdurmadı? Özet yapacak olur isek, bu nasıl ve neden’lerin sonu yoktur; ama var olan yanıt tektir, “Ey insan, sen kimsin ki, Tanrıya karşılık veriyorsun? Sonsuz Tanrının araştırılamaz yargı ve yolları üzerinde yargıda bulunmak için harekete geçmek yeryüzündeki zavallı bir solucan için ne korkunç bir girişimdir! Anlayışı günah tarafından karartılmış olan ve herhangi bir tanrısal, göksel ya da sonsuz yargıda bulunmak için hak iddia etmeye kalkışmaktan tamamen aciz bir yaratık ne kadar kördür ve nasıl da küstahça akılsızlıktır. Bir yaratık nasıl olur da Tanrının nasıl hareket etmesi gerektiğine karar verme girişiminde bulunabilir? Ne yazık! Ne kadar yazık! Şimdi görünürde büyük bir akıllılık ile Tanrının gerçeğine karşı çıkan o binlerce kişi bu korkunç hatalarını düzeltmek için çok geç kaldıkları zaman ne kadar ölümcül bir yanlışa düştüklerinin farkına varacaklardır.

Ve imansız kişiler ile aynı noktada buluşmaktan çok uzak olan diğer kişilere gelince; onlar Tanrının yönetimindeki yolların doğruluğundan ve hatasızlığından kuşkular duyarak sıkıntı çekmezler ve özellikle konu sonsuz ceza meselesine geldiği zaman kendilerine önem ile tavsiye edeceğimiz şey şudur: Kısa ve hoş bir mezmur olan 31. Mezmur üzerinde çalışsınlar ve inceleme yapsınlar ve bu mezmurun ruhundan içsinler:

“Ya Rab, yüreğimde gurur yok, gözüm yükseklerde değil. Büyük işler ile kendimi aşan harika işler ile uğraşmıyorum. Tersine, ana kucağında sütten kesilmiş çocuk gibi, kendimi yatıştırıp huzur buldum, sütten kesilmiş çocuğa döndüm.” 1

O zaman yürek bir ölçüde bu canlı soluğu içine çektikten sonra okuyucu gerçek yarar elde etmek amacı ile esin tarafından yazmış olan elçinin 2.Korintliler’e mektubunda yer alan 10.bölüme dönüş yapmalıdır: “Çünkü savaşımızın silahları insansal silahlar değil, kaleleri yıkan tanrısal güce sahip silahlardır. Safsataları ve Tanrı bilgisine karşı kalkan her engeli yıkıyor ve her düşünceyi tutsak edip Mesih’e bağımlı kılıyoruz.” 2.Korintliler 10: 4,5.

Hiç kuşkusuz, filozof, bilgin, derin düşünür bu tür yüce konuların böylesine bir çocuksu tavır ile ele alınmasına alaylı bir şekilde gülümseyecektir. Ama bu konu, Mesih’in adanmış bir öğrencisi için yargı açısından çok küçük bir meseledir. Esin ile yazmış olan aynı elçi, dünyanın tüm bu bilgeliğini ve öğretişini çok kısa bir şekilde özetler ve şöyle der: “Kimse kendini aldatmasın. Aranızdan biri bu çağın ölçülerine göre kendini bilge sanıyor ise, bilge olmak için ‘akılsız’ olsun. Çünkü bu dünyanın bilgeliği Tanrının gözünde akılsızlıktır. Yazılmış olduğu gibi, ‘O, bilgeleri kurnazlıklarında yakalar.’ Yine, ‘Rab bilgelerinin düşüncelerinin boş olduğunu bilir’ diye yazılmıştır.” 1.Korintliler 3: 18-20.

Ve yine bir başka ayet: “Nitekim şöyle yazılmıştır: ‘Bilgelerin bilgeliğini yok edeceğim. Akıllıların aklını boşa çıkaracağım.’ Hani nerede bilge kişi? Din bilgini nerede? Nerede bu çağın hünerli tartışmacısı? Tanrı dünya bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi? Madem ki dünya Tanrının bilgeliği uyarınca Tanrıyı kendi bilgeliği ile tanımadı; Tanrı iman edenleri saçma sayılan bildiri ile kurtarmaya razı oldu.” 1.Korintliler 1:19-21.

Tüm meselenin manevi sırrı işte burada yatmaktadır. İnsanın yalnızca bir akılsız olduğunun farkına varması gerekmektedir. Ve aynı zamanda dünyanın tüm bilgeliğinin akılsızlık olduğunu da anlamış olması gerekir. Alçaltan ama mutlak bir gerçek! Alçaltan bir gerçek, çünkü insanı doğru yerine yerleştiriyor. Mutlak bir gerçek çünkü çok değerli Tanrı bilgeliğini ortaya koyuyor. Bu günlerde bilim, felsefe ve öğrenim hakkında pek çok şey duyuyoruz. Ama “Tanrı bu dünyanın bilgeliğinin saçma olduğunu göstermedi mi?”

Bu sözcüklerin anlamını gerçekten kavrıyor muyuz? Ne yazık ki, hayır! Bu sözcüklerin anlamının çok az kavranıldığından korkulması gerekir. Bizi bilimin Kutsal Kitap’ın ötesine geçmiş olduğuna dair istekli bir şekilde ikna edecek olan az insan yoktur! 2 Bilime ve bilime kulak asan bu kişiler için ne yazık! Eğer bilim Kutsal Kitap’ın ötesine geçmiş ise nereye kadar geçmiştir? Tanrının, Mesih’in, cennetin, kutsallığın ve esenliğin yönünde mi ileri geçmiştir? Hayır, aksine, tam olarak karşıt yöne geçmiştir. Ve tüm bunların son bulması gereken yer neresidir? Bunu düşünmek bile bizi dehşet içinde bırakıyor ve karşılık yazma konusunda kendimizi isteksiz hissediyoruz. Ama yine de sadık kalmamız gerekir ve beyan etmemiz şart olan şey şudur: insan biliminin yürüdüğü o yolun güvenliğine ve kesinliğine kendini adamış olan kişilerin karanlığın koyuluğunda sonsuza kadar kalacaklarını ciddi bir şekilde belirtmek zorundayız.

“Dünya bilgeliği Tanrıyı tanımadı.” Yunan felsefesi kendi öğrencileri için ne yaptı? Öğrencilerini “BİLİNMEYEN BİR TANRININ” bilgisiz tapınanları haline getirdi. Sunaklarındaki yazı tüm evrene onların cehalet ve utançlarını sergiledi. Ve biz o zaman haklı olarak felsefenin Hristiyanlık için yaptığının Grekler için yaptığından daha iyi olup olmadığını araştırmaz mıyız? Felsefe, gerçek Tanrı bilgisini iletmiş midir? Bu soruya ‘evet’ yanıtını vermeye kim cesaret edebildi? Hristiyanlık boyunca vaftiz olmuş olan milyonlarca profesör vardır ve onlar gerçek Tanrı hakkında Pavlus’un Atina kentinde karşılaşmış olduğu o filozoflardan daha azını bilmektedirler.

Gerçek şudur: Tanrıyı gerçekten tanıyan her kişi sonsuz yaşamın ayrıcalıklı sahibidir. Bu nedenle Rabbimiz İsa Mesih Yuhanna müjdesinin 17.bölümünde çok farklı bir şekilde beyanda bulunur: “sonsuz yaşam tek gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin İsa Mesih’i tanımalarıdır.” Yuhanna 17: 3. Bu sözler lütuf aracılığı ile bu bilgiye sahip olmuş olan herkes için son derece değerli sözlerdir. Tanrıyı tanımak yaşama – sonsuz yaşama sahip olmaktır.

Ama Tanrıyı nasıl tanıyabilirim? O’nu nerede bulabilirim? Bu soruların yanıtlarını bana bilim ve felsefe verebilir mi? Bu güne kadar bunları herhangi birine yanıtlayabildiler mi? Şimdiye kadar yolunu kaybetmiş bir yolcuya bu esenlik ve yaşam yolunda rehberlik edebildiler mi? Hayır, asla! “Dünya bilgeliği Tanrıyı tanımadı.” Eski dönemlerde bir birleri ile çatışan felsefe okullarının yaptığı yalnızca insan zihnini daha derin bir karanlığa ve umutsuz bir hayal kırıklığına sürüklemek oldu. Ve günümüzdeki felsefe okulları da aynı şekilde çatışma içindedirler. Eski döneme göre daha iyiye doğru giden bir değişim yaşamadılar; hiç bir kesinlik sağlayamazlar, güvenli bir gemi demiri değildirler; zavallı canın güvencesi için sağlam bir temel oluşturmazlar. Her çağ ve her ulustaki insan felsefesinin tümü kısır spekülasyon, işkence eden kuşku ve vahşi ve temelsiz teorileri ile gerçeği ciddi bir şekilde arayan kişilere hiç bir şey sunamazlar.

O halde Tanrıyı tanımamız nasıl mümkün olacak? Eğer bu bilgi üzerinde böylesine etkili bir sonuç bulunuyor ise ve eğer Rab İsa’nın dediği gibi tanrıyı tanımak sonsuz yaşam ise o zaman Tanrı nasıl tanınacak? “Tanrıyı hiç bir zaman hiç kimse görmedi. Babanın bağrında bulunan ve Tanrı olan biricik Oğul O’nu tanıttı.” Yuhanna 1:18.

Bu noktada vereceğimiz tanrısal sadelikte ve tanrısal güvencede bir yanıta sahibiz. İsa, cana Tanrıyı açıklar – yüreğe Babayı açıklar. Nasıl da değerli bir gerçek! Biz Tanrının kim olduğunu öğrenmek için yaratılışa gönderilmedik. Elbette O’nun gücünü, bilgeliğini ve iyiliğini yaratılışta görebiliriz. Tanrının adalet ve doğruluğunu yasada görmemize rağmen Tanrının kim olduğunu öğrenmek için yasaya da gönderilmedik. Tanrı yönetiminin engin gizemlerini görmemize rağmen ilahi takdire de gönderilmedik. Hayır, eğer biz Tanrının kim olduğunu ve ne olduğunu bilmek istiyor isek o zaman zamanın başlangıcından önce Tanrının- Babanın- bağrında bulunan, O’nun sonsuz zevki olan, sevgisinin Objesi ve amaçlarının merkezi olan biricik Tanrı Oğlu İsa Mesih’in yüzüne bakmamız gerekir. Cana Tanrıyı açıklayan İsa Mesih’tir. Rab İsa olmadan Tanrı hakkında en ufak bir fikre dahi sahip olamayız. “Tanrılığın (Theotetos, Θεότητος) tüm doluluğu bedence O’nda konut kurdu.” Koloselilere 2:9 “Çünkü ‘Işık karanlıktan parlayacak’ diyen Tanrı İsa Mesih’in yüzünde parlayan kendi yüceliğini tanımamızdan doğan ışığı bize vermek için yüreklerimizi aydınlattı.” 2.Korintliler 4:6.

Tüm bunların gücünü ve bereketini aşan hiç bir şey olamaz. Burada karanlık yoktur; belirsizlik yoktur. “Karanlık geçmiştir ve artık şimdi gerçek ışık parlamaktadır.” Evet, gerçek ışık İsa Mesih’in yüzünde parlamaktadır. İman aracılığı ile o kutsanmış Olan’a gözlerimizi dikebiliriz; O’nun yeryüzünde iken yürüdüğü o harika yolu izleyebiliriz; O’nun iyilik yaptığını ve şeytanın baskı altında tuttuğu herkese şifa verdiğini görürüz. O’nun görüşlerine, sözlerine, yollarına ve işlerine bakabiliriz; O’nun hastaları iyileştirdiğini, cüzamlı kişileri cüzamdan temizlediğini, körlerin gözlerini ve sağırların kulaklarını açtığını, felçli hastaların yürümesini sağladığını, sakatları iyileştirdiğini, ölüleri dirilttiğini, dul kadınların gözyaşlarını sildiğini açları beslediğini, kırılmış yürekleri tamir ettiğini, her tür insani ihtiyacı karşıladığını, insan acılarını yatıştırdığını ve insanların korkularını dindirdiğini ve tüm bunları yapar iken kullandığı tarzın çok şefkatli bir lütuf ve tatlılık tarzı olduğunu fark ederiz. O’nun dokunduğu herkes canının iç varlığında O’nun sevecen yüreğinin kendisinin ihtiyacını karşılamaktan zevk aldığını hisseder.

Rab İsa Mesih tüm bu işleri yapar iken Tanrıyı insana açıklıyor idi, öyle ki eğer biz Tanrının nasıl olduğunu bilmek ister isek sadece İsa’ya bakmamız yeterli olsun. Filipus, “Rab, bize Babayı göster, bu bize yeter” dediği zaman İsa’nın ona verdiği karşılık hemen o anda şöyle oldu: “Filipus, bunca zamandır sizinle birlikteyim. Beni daha tanımadın mı? Beni görmüş olan Babayı görmüştür. Sen nasıl, ‘Bize Babayı göster’ diyorsun? Benim babada Babanın da Bende olduğuna inanmıyor musun? Size söylediğim sözleri kendiliğimden söylemiyorum, ama bende yaşayan Baba kendi işlerini yapıyor. Bana iman edin, ben Babadayım ve Baba da bendedir. Hiç değil ise bu işlerden dolayı iman edin.” Yuhanna 14:9-11.

İşte yüreğin huzur bulduğu nokta bu yerdedir. Biz gerçek Tanrıyı ve O’nun göndermiş olduğu İsa Mesih’i tanıyoruz ve bu, sonsuz yaşamdır. Biz O’nu kendi Tanrımız ve Babamız olarak ve Mesih’i kendi kişisel ve sevecen Rabbimiz ve Kurtarıcımız olarak tanıyoruz. Ve O’ndan zevk alabiliriz, O’nun ile birlikte yürüyebiliriz, O’na yaslanabiliriz, O’na güvenebiliriz, O’na yapışabiliriz, O’ndan çekebiliriz, diri yaşam kaynaklarımızın hepsini O’nda bulabiliriz, O’nda sevinebiliriz ve tüm gün boyunca O’nun kutsanmış isteğini yerine getirmek bizim yiyeceğimiz ve içeceğimiz olur. Böylece O’nun davası ilerler ve yüceliği görülür.

Değerli okuyucu, tüm bunların hepsini sen kendi açından biliyor musun? Lütfen söyle, şu anda bu tanrısal gerçek senin canında yer almış mıdır? Gerçek Hristiyanlık budur ve senin bundan daha aşağı bir şey ile asla tatmin olmaman gerekir. Belki şimdi bize, Yasa’nın Tekrarı 3.bölümde yer alan konulardan farklı konulara geçtiğimizi söyleyebilirsin. Ama bu yazdıklarımız ile hangi konuya geldik? Tanrı’nın Oğluna ve okuyucunun canına. Eğer şu anda bulunduğumuz yer asıl konudan ayrılmak olarak düşünülecek olur ise bu bir hata olacaktır, çünkü bizim bu “Notları” kaleme almamızın tek nedeni kesinlikle Mesih’i ve canı bir araya getirmek ya da onları birleştirmektir. Hem yazar hem de konuşur iken amacımızın canların kurtuluşu ve bereketi olduğuna dair gerçeği bir an için bile olsa asla gözden kaybetmiyoruz. Bu yüzden ara sıra şu neden ile gerginlik hissedebiliriz: okuyucunun yüreği ve vicdanının bu asla çürümeyecek olan gerçekleri kendisine ne ölçüde mal edip onlara ne derece sahip çıktığını sevgi adına merak ediyoruz. Ve okuyucu, her kim olur ise olsun, ona içtenlikle yalvarıyoruz ki, Mesih’te Tanrı ile daha derin bir tanışıklığın ardından gitsin. Ve bunun kesin bir sonucu olarak okuyucu O’nun ile daha yakın bir şekilde yürüyecek ve yüreği O’na daha çok adanacaktır. Huzursuzluk içinde ve gerçeklikten uzak günümüzde ve ağzı ile iman ikrarında bulunan kilisenin içindeki ılıklık ve kayıtsızlık konusunda ihtiyaç duyulan tek çözümün Mesih’teki Tanrı ile daha yakın bir ilişki olduğuna yürekten kanaat getirmiş durumdayız. Rabbe yapışmak ve O’nun ardından gitmek için kişisel adanmışlığın çok daha yüksek bir standardını ve yüreğin daha gerçekçi bir amacının oluşmasını istiyoruz. Çevremizde bu konuda bizim cesaretimizi kırmak ve bize engel olmak için çok ama pek çok şey mevcuttur. Nehemya’nın günlerinde Yahuda’daki insanların söyledikleri bir ölçüde bizim zamanlarımıza da uyarlanabilir. “O sırada Yahudalılar, ‘yük taşıyanların gücü tükendi’ dediler, ‘o kadar çok moloz var ki.’” Nehemya 4:10. Ama Tanrıya şükürler olsun ki, çözüm o zaman olduğu gibi şimdi de canı harekete geçiren şu cümlede bulunur: “Rabbi hatırlayın.”

Şimdi bölümümüze geri dönüyoruz; geri kalan kısımda, yasayı veren kişinin topluluğa, Amorlu iki krala ve Şeria ırmağının çöl tarafındaki kıyısında bulunan iki buçuk oymağın mirası ile bağlantısı olan gerçeklere dair nasıl davranmaları gerektiğini tekrar eder. Ve son konu ile ilgili olarak dikkatimizi çeken ilginç bir nokta vardır ve o nokta da şudur: yasayı veren Musa halkın, vaat edilen ülkeye sahip çıkma konusunda yaptıkları seçimin doğru ya da yanlış olduğuna dair yaptığı seçimin doğru mu yanlış mı olduğuna ilişkin hiç bir soru sormadı. Gerçekten de aşağıdaki öyküde anlatıldığı gibi iki buçuk oymağın bu konu ile ilgili herhangi bir istek bildirdikleri yer almıyor.

İşte Musa’nın sözleri: “O sırada ele geçirdiğimiz topraklardan Arnon vadisi yakınındaki Aroer kentinin kuzeyini, Gilat dağlık bölgesinin yarısı ile oradaki kentleri Ruben ve Gad oymaklarına verdim. Gilat’ın geri kalan bölümünü ve kral Og’un ülkesi Başan’ı Manaşşe oymağının yarısına verdim. Başan’daki Argov bölgesi Refalılar ülkesi diye bilinir idi. Manaşşe soyundan Yair, Geşur ile Maaka sınırına dek uzanan bütün Argov bölgesini aldı. Başan denilen bölgeye kendi adını verdi. Orası bu gün de Havvot-Yair diye anılıyor. Makir’e Gilat’ı verdim. Gilat ile Arnon vadisi arasında kalan toprakları Ruben ve Gad oymaklarına verdim. Vadinin ortası onların sınırı idi; Ammonlular ile sınırları ise Yabbuk ırmağı idi. Arava’da da sınır Şeria ırmağı idi; Kinneret’ten Arava – Lut – gölüne ve doğuda Pisga yamaçlarının aşağısına kadar uzanıyor idi. O zaman size şöyle buyruk verdim: ‘Tanrınız Rab mülk edinmeniz için bu ülkeyi size verdi. Bütün savaşçılarınız silahlı olarak İsrailli kardeşlerinizin önü sıra gitsin. Ancak Rab sizi rahata erdirdiği gibi onları da rahata erdirene ve onlar Tanrınız Rabbin Şeria ırmağının karşı yakasında kendilerine vereceği toprakları ele geçirene kadar kadınlarınız, çocuklarınız ve hayvanlarınız – biliyorum, bir çok hayvanınız var – size verdiğim kentlerde kalsın. Ondan sonra her biriniz size verdiğim toprağa dönebilir.” Yasa’nın Tekrarı 3: 12-20.

Çölde Sayım Kitabı üzerinde yaptığımız çalışmalarda iki buçuk oymağın düzenlenmesi ile ilgisi olan belirli gerçekler üzerinde durmuş idik; Tanrının İsrail’i mirasını Şeria ırmağının diğer kıyısında seçmek ile hedefin altında yer aldıklarını kanıtlamışlar idi. Ancak şimdi alıntısını yaptığımız bölümde meselenin bu yanı ile ilgili bir ima kesinlikle bulunmamaktadır. Çünkü Musa’nın objesinin tüm topluluğun önüne Tanrının bol iyiliği, sevgisi ve sadakati aracılığı ile konulmalı idi; amaç yalnızca topluluğa çölde karşılaşacakları tüm zorluklar ve tehlikeler konusunda destek olmak değil ama aynı zamanda onlara hemen o anda bile Amorlular karşısında zafer kazanacaklarına dair bilgi vermek ve onların çok çekici ve onlara çok yakışan bölgelerin mülkiyetine sahip çıkmalarını sağlamak idi. Musa onlara tüm bunları anlatır iken sözlerinin sağlam temelinde, onların Tanrının buyruklarına içten bir yürek ile itaat etmeleri gerektiğini bildiren bir talepte bulunmakta idi. Ve biz hemen Musa’nın tekrar ettiği bu sözlerde yer alan manevi güzelliği görebilir ve takdir edebiliriz. Mesele, Ruben, Gad ve Manaşşe oymağının yarısının kendilerine vaat edilen ülke ile ilgili yanlış seçimleri idi. Bu durum adanmış her Hristiyan için hem Tanrının dokunaklı ve eşsiz lütfunu hem de aynı zamanda kutsal yazıların tanrısal mükemmelliklerinin çarpıcı bir kanıtını teşkil eder.

Hiç kuşkusuz, her gerçek imanlı kutsal yazıların incelemesine onları her kısmının mutlak mükemmelliği konusunda tam ve derin bir kanaate sahip olarak başlar. Ve saygılı bir tavır ile inandığı şey şudur: Yaratılış kitabının başından Vahiy kitabının sonuna kadar kutsal yazıların hiç bir yerinde tek bir hata, tek bir aksama ve tek bir zıtlık – tek bir tane dahi – mevcut değildir; kutsal yazıların tümü tanrısal Yazarı gibi kusursuzdur ve mükemmeldir.

Ama sonra kutsal yazıların tanrısal mükemmelliğine bir bütün olarak duyulan yürekten inanç ayrıntılarda ortaya çıkan kanıtlara verdiğimiz değerin ölçüsünü asla düşüremez. Hayır, tam aksine, bu verdiğimiz değeri daha da yükseltir. Böylelikle örneğin şimdi önümüzde bulunan bölümde iki buçuk oymağın miraslarını seçme konusunda gösterdikleri başarısızlık ile ilgili herhangi bir referansın eksikliğine işaret etmek mükemmel bir güzellik arz etmemekte midir? Bu tür bir referans yasa verenin objesine ve kitabın faaliyet alanına tamamen yabancı olmaz mıydı? Böylesine sınırsız mükemmellikleri, böylesine enfes ve eşsiz dokunuşları bilmek yüreklerimizin sevinci değil midir? Kesinlikle öyledir ve yalnızca bu kadar da değil, aynı zamanda kesinlikle emin olduğumuz bir şey daha var: kitabın manevi yücelikleri canlarımızın üzerine ne kadar çok iner ise ve onun derin ve tükenmez derinlikleri yüreklerimize ne kadar daha çok açıklanır ise o zaman kutsal yazılara yapılan imansızca saldırıların nihai akılsızlıklarından o kadar çok emin olacağız. Ve kutsal yazıların kendileri ile çelişmediklerini kanıtlamak için gösterilen iyi niyetli pek çok çabanın değerini o kadar daha çok takdir edeceğiz. Tanrıya teşekkürler olsun, çünkü O’nun Sözü yazılı ya da sözlü olarak bir düşünceyi savunan kişilere ihtiyaç duymadan ayakta durur. Tanrının Sözü kendisi için konuşur ve kendi güçlü kanıtlarını beraberinde taşır, öyle ki biz de O’nun sözü hakkında elçinin müjdesi hakkında söylediklerini söyleyebilelim. “Yaydığımız müjde örtülü ise de mahvolanlar için örtülüdür. Tanrının görünümü olan Mesih’in yüceliği ile ilgili müjdenin ışığı imansızların üzerine doğmasın diye bu çağın ilahı onların gözlerini kör etmiştir.” 2.Korintliler 4:3. Her geçen gün daha da çok ikna oluyoruz ki, Kutsal Kitap’a yapılacak tüm imansız saldırılara verilecek karşılığın en etkili yöntemi Kutsal Kitap’ın tanrısal gücü ve yetkisine olan engin imanı daha çok bağrımıza basmak ve onun gerçeği ve değeri konusunda tam olarak ikna olmuş işiler olarak onu kullanmaktır. Yalnızca Tanrının Ruhu kutsal yazıların mutlak esin ile yazılmış olduklarına inanmamız için bize güç verebilir. İnsan zihni kutsal yazıların ne kadar değerli olduklarını düşünebilir ve bunun aksini iddia eden kişileri susturabilirler ama insan zihni yüreği okuyamaz; tanrısal açıklamaların ışınlarını canın üzerine diri ve kurtaran bir güç ile getiremez ya da indiremezler; bu iş ancak tanrısal bir iştir ve bu iş yapılana kadar dünyaya ait olan tüm kanıtlar ve düşünceler canı, imansızlığın manevi karanlığı içinde bırakacaklardır, ama Kutsal Ruh bu işi yaptığı zaman Kutsal Kitap’ın savunulması için insan tanıklığına ihtiyaç kalmayacaktır. Dışsal kanıtlar ne kadar ilginç ve değerli olurlar ise olsunlar – ve gerçekten de ilginç ve değerlidirler – tanrısal Yazar’ın her sayfa, her paragraf ve her cümle o eşsiz Açıklamanın yüceliğine tek bir harf ya da tek bir nokta ekleyemezler. Nasıl göklerdeki güneşin her ışını kendisini Tanrının elinin yaptığını söylüyor ise aynı şekilde Kutsal Kitap’ın her cümlesi de kendisini esinlemiş olan Yürek’ten söz eder. Ama nasıl kör bir adam güneş ışığını göremiyor ise yeniden doğmamış bir can da kutsal yazıların gücünü ve güzelliğini göremez. Gözün göksel göz merhemi ile mesh edilmesi gerekir öyle ki tanrısal Kitap’ın sınırsız mükemmelliklerini ayırt edebilsin ve aynı zamanda takdir de edebilsin.

Şimdi okuyucumuza şu açıklamayı borçluyuz: okuyucumuzun zamanını ve kendi zamanımızı meşgul etmeme konusunda bizi kararlı kılan derin ve giderek derinleşen bu konudaki durum şöyledir: biz şimdi akılcı yazarlar tarafından Tanrının sözüne yapılan saldırılara işaret ederek  bu saldırılar üzerinde durmayacağız. Bu konuyu diğer daha güçlü ellerin ilgisine bırakacağız. Bizim burada kendi okuyucularımız ve kendimiz hakkında arzu ettiğimiz şey canlarımızın Baş Çobanının bizlere lütufkar bir şekilde sunduğu yeşil ve verimli otlaklarda esenlik içinde beslenmemizdir; yolumuza devam ettikçe önümüzde uzanan manevi yüceliği daha da çok görebilmek için bir birimize yardım edebilmemizdir ve böylelikle bir birimizi en kutsal iman üzerinde bina edebiliriz. Bu bizim için çok daha minnet verici bir iş olacaktır ve aynı zamanda okuyucularımıza güvendiğimizi de söylemek isteriz. Öyle ki, okuyucularımız Kutsal Kitap’ta hatalar bulmak için boş yere çaba sarf eden kişilere yanıt verebilsinler ve kendi söylediklerini dahi anlamaktan aciz olan bu kişilere onların sözlerini ve yargılarını neden onaylamadıklarını kanıtlayabilsinler. Eğer insanlar karanlık mahzenlerde ve imansızlığın kasvetli tünellerinde kalırlar ise ve orada iken güneşte hata bulmaya kalkarlar ise ya da güneşin parladığını dahi inkar etmeye cesaret ederler ise o zaman biz de ışıkta güneşlenelim ve diğer kişilerin de aynı şeyi yapmaları için onlara yardımcı olalım.

Şimdi bölümümüzün diğer ayetleri üzerinde biraz duracağız ve bu ayetler bizim ilgimizi çekecek, bizi eğitecek ve bize yararlı olacaklar.

Ve ilk önce, Musa’nın halka neler dediğini okuduk, şimdi de Yeşu’ya söylediklerine göz atacağız. “O zaman Yeşu’ya, ‘Tanrın Rabbin bu iki krala neler yaptığını kendi gözlerin ile gördün’ dedim. ‘Rab, gideceğin bütün ülkelere aynısını yapacak. Onlardan korkmayın! Tanrınız Rab sizin için savaşacak!’” (21 ve 22.ayetler)

Rabbin geçmişte bizim için yaptıklarını hatırlamak devam etmemiz konusundaki güvenimizi güçlendirmelidir. Halkına Amorlular üzerinde böylesine büyük bir zafer vermiş Olan, Başan kralı Og gibi korkunç bir düşmanı Mahveden ve halkının ellerine ülkenin tüm devlerini teslim etmiş Olan’ın onlar için her şeyi yapacağı çok daha kesin değil midir? Kenan ülkesinde kral Og kadar güçlü bir başka düşman yok idi. Og’un yatağının çok büyük boyutları Musa’nın bile dikkatini çekmiş idi. “Kral Og’un yatağı demirden idi; uzunluğu dört metre, eni ise yaklaşık iki metre idi.” Ama Gücü Her Şeye Yeten Yaratıcının önünde kral Og da kim oluyordu ki? Cüceler ya da devler, Tanrının gözünde hepsi de aynıdırlar. Önemli olan nokta, insanın gözünün önüne yalnızca Tanrının Kendisini getirmesidir. İşte o zaman zorluklar kaybolup giderler. Eğer Tanrı gözleri örter ise o zaman hiç bir şey göremeyiz. Ve işte, esenliğin gerçek sırrı ve ilerlemenin gerçek gücü burada bulunur. “Tanrın Rabbin neler yaptığını kendi gözlerin ile gördün.” Ve Tanrı daha önce nasıl yaptı ise şimdi de aynı şekilde yapacaktır. Tanrı kurtarmıştır, Tanrı kurtarır ve Tanrı kurtaracaktır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, hepsi de  tanrısal kurtuluş tarafından belirlenmiştir.

Değerli okuyucu, herhangi bir zorluk çekiyor musun? Üzerinde herhangi bir baskı hissediyor musun? Gergin bir kavrayış ile müthiş bir kötülük beklentisi içinde misin? Böyle bir şeyi düşündüğün zaman bile yüreğin titriyor mu? O zaman elçi Pavlus’un Asya ilinde olduğu gibi gücünün son noktasına gelmiş olabilirsin. “Dayanabileceğimizden çok daha ağır bir yük altında idik. Öyle ki, yaşamaktan bile umudumuzu kesmiş idik.” 2.Korintliler 1:8. Sevgili dostum, eğer durumun böyle ise o zaman sana vereceğimiz bir teşvik sözünü kabul et. Ellerini Tanrıda güçlendirmek ve yüreğini O’na güvenmen için teşvik etmek amacı ile duyduğumuz arzu çok derindir. “Korkma”, yalnızca inan! Tanrı güvenen bir yüreği asla hayal kırıklığına uğratmaz- hayır, asla! Senin için O’nda mevcut olan hazinelerin kaynaklarından yararlan. Yapacağın tek şey şu olsun: kendini, çevreni, korkularını, kaygılarını ve her şeyi O’nun ellerine koy ve hepsini orada bırak.

Evet, hepsini orada bırak. Eğer sıkıntılarını, ihtiyaçlarını O’nun ellerine koyar ve sonra onları  neredeyse hemen yine kendi ellerine alır isen ilk yaptığının sana yararı olmaz. Biz ne yazık ki genellikle böyle yaparız. Baskı altında iken, ihtiyaç içinde iken şu ya da bu türdeki derin bir deneme içinde iken dua ederek Tanrıya gideriz; yükümüzü O’nun üzerine bırakırız ve biraz rahatlamış gibi oluruz. Ama ne yazık! Dua edip dizlerimizin üstünden kalkar kalkmaz tekrar zorluğa bakmaya başlarız, deneme üzerinde derin derin düşünürüz, acı veren koşullar üstünde takılıp kalırız, ta ki tekrar tükenene kadar!

Şimdi, hemen söyleyelim ki, bu bir işe yaramaycaktır. Böyle davrandığımız zaman Tanrıya üzücü bir şekilde saygısızlık etmiş oluruz ve Tanrı elbette bizi rahatlatmadan ve mutlu etmeden bıraktığı için hoşnut kalmaz. Tanrı, vicdanımız nasıl suçluluk duygusundan özgür ise aynı şekilde zihinlerimizin de kaygıdan özgür olmasını ister. Bize bu konuda söylediği sözler şunlardır: “Hiçbir konuda kaygılanmayın; ama her konudaki dileklerinizi Tanrıya dua edip yalvararak şükran ile bildirin. O zaman Tanrının her kavrayışı aşan esenliği Mesih İsa aracılığı ile yüreklerinizi ve düşüncelerinizi koruyacaktır (phrouresei, φρουρήσει– asker yerleştirmek – “asker yerleştirerek koruyacaktır anlamında).”

Tanrının sevdiği kişi ve Mesih’in onurlu hizmetkarı Musa halkı ve kendisinden sonra önder olacak olan Yeşu’yu işte bu şekilde teşvik etmeye çalıştı. “Onlardan korkmayın çünkü tanrınız Rab sizin için savaşacak.” Kutsanmış elçi Pavlus da sevgili oğlu ve hizmet arkadaşı Timoteos’u yaşayan Tanrıya güvenmesi için aynı şekilde teşvik etti; İsa Mesih’te olan lütuf le güçlen; Tanrının güvenli temeline sarsılmaz bir güven ile yaslan; kendini sorgulamayan bir güvence içinde kutsal yazıların yetkisine, öğretişine ve rehberliğine teslim et ve böylelikle zırhını kuşan ve donanmış ol; çağrılmış olduğun hizmete kutsal gayret ve gerçek ruhsal cesaret ile kendini ada. Ve böylelikle günümüzde, artan zorlukların ortasında hem yazar hem de okuyucu bir birlerini teşvik edebilirler ve sade bir iman ile göklerde sonsuza kadar kalıcı olan o tanrısal söze yapışabilirler; caında diri bir güç ve yetki olarak tanrısal sözü yüreğinde saklı tut, yürğin ve bedenin gücü bitse de ve başka bir insani varlığın yüzünü görmesek de desteğini alamasak da tanrısal söz bize destek verecek ve ayakta tutacaktır. “Nitekim, insan soyu ota benzer, bütün yüceliği kır çiçeği gibidir. Ot kurur, çiçek solar. Ama Rabbin sözü sonsuza dek kalır. İşte, size müjdelenmiş olan söz budur.” (1.Petrus 1:24,25)

Bu sözler ne kadar da değerlidirler! İnsanı nasıl da rahatlatır ve teselli ederler! İnsanı nasıl dengeye getirir ve huzur verirler! Nasıl da gerçek bir güç, zafer ve manevi yükseltme! Tanrının sözünün değerliliğini insan dili ile anlatmak ya da tanımlamak yeterli değildir. Göklerde sonsuza kadar kalıcı olan Tanrı sözü sonsuzluğun sayısız çağları boyunca aynı huzuru sağlayarak duracaktır. Müjdenin iyi haberleri yüreklerimize ulaşmış, bize sonsuz yaşam vermiş ve Mesih’in tamamladığı iş sayesinde esenlik ve huzur sağlamıştır. Mesih’in hayran kalınacak Kişiliğinde bizi mükemmel bir şekilde tatmin eden iyi habere sahibiz. Gerçekten de tüm bunları düşündüğümüz zaman, her nefesin Hallelulya (Rabbe binlerce övgüler olsun) diye bağırması gerekir; O’nun eşsiz Adına sadakat yemini olarak şimdiden sonsuza kadar Hallelulya diye bağırmamız gerekir!

Bölümümüzün son ayetleri Musa ve O’nun Rabbi arasında çok dokunaklı bir kısmı sunarlar; Yasa’nın Tekrarı kitabının tamamının özelliği nedeni ile burada yazılı olanların sevgi ile kaydedilmiş olmalarını beklememiz normaldir. “Sonra Rabbe yalvardım. ‘Ey egemen Rab, büyüklüğünü ve güçlü elini bana göstermeye başladın. Gökte ve yerde senin yaptığın yüce işleri yapabilecek başka bir tanrı yok! İzin ver de Şeria ırmağından geçip karşı yakadaki o verimli ülkeyi, o güzel dağlık bölgeyi ve Lübnan’ı göreyim.’ Ama Rab sizin yüzünüzden bana öfkelendi. Ve yalvarışıma kulak asmadı. Bana,’Yeter artık!’ dedi. ‘Bir daha bu konudan söz etme bana! Pisga dağına çık, batıya, kuzeye, güneye ve doğuya bak! Gözlerin ile gör, çünkü Şeria ırmağından geçmeyeceksin. Yeşu’ya görev ver. Onu güçlendir ve yüreklendir. Çünkü bu halk Şeria ırmağından onun önderliğinde geçecek. Göreceğin toprakları halka o miras olarak verecek.” (23-28.ayetler)

Tanrının bu seçkin hizmetkarının ihsan edilmesi mümkün olmayan bir istekte bulunduğunu görmek çok etkileyicidir. Musa, Şeria ırmağının ötesindeki o verimli ülkeyi görmeyi özlem ile bekliyor idi. İki buçuk oymak tarafından seçilmiş olan pay onun yüreğini tatmin edemez idi. Musa, Tanrının İsrailinin o harika mirasının toprağına ayağını basmayı çok arzu etti. Ama bu mümkün olmayacak idi. Meriva sularının yanında yaptığı konuşmada ağzından çıkan sözler bilgece değil idi ve tanrısal yönetimin ciddi ve geri alınamaz eylemi aracılığı ile Şeria ırmağını geçmesi yasaklanmış idi.

Tüm bu sözler Mesih’in sevgili ve en alçakgönüllü hizmetkarının ağzından çıktı ve topluluğun kulaklarına erişti. Musa, dileğinin Tanrı tarafından geri çevrilmiş olduğu gerçeğini onlardan gizlemedi. Tanrının onun isteğini reddetmesinin topluluk yüzünden olduğunu onlara hatırlatmak zorunda kaldığı doğrudur. Topluluğun bu gerçeği duyması manevi açıdan gerekli idi. Musa hiç de çekingen olmayan bir tavır ile onlara Yehova’nın kendisine öfkelendiğini anlatmaya devam etti ve Tanrının kendisini dinlemeyi reddettiğini bildirdi – Tanrı Musa’nın Şeria ırmağını geçmesine izin vermeyi reddetmiş idi ve onu görevini sona erdirmeye ve halefini atamaya çağırmış idi.

Şimdi tüm bunları Musa’nın kendi ağzından işitmek çok eğiticidir. Eğer gerçekten öğrenmeye istekli isek bu sözler bize çok güzel bir ders öğretirler. Bazılarımız yaptığımız ya da söylediğimiz herhangi bir yanlışı itiraf etmeyi gerçekten çok zor bulurlar. Herhangi bir konuda Rabbin düşüncesinden tamamen uzak kaldığımızı kardeşlerimizin önünde söylemek çok güçtür. Adımız ya da ünümüz konusunda özenli, alıngan ve inatçıyızdır. Ama yine de garip bir tutarsızlık ile genel ifadeler kullanarak zayıf, kırılgan ve hata yapan yaratıklar olduğumuzu kabul ederiz ya da kabul eder gibi görünürüz. Ve eğer kendi başımıza bırakılacak olur isek bizim için yaptığımız ya da söylediğimiz hiç bir şey fazla kötü değildir. Ama yine de çok alçakgönüllü bir itirafta bulunmak bir şeydir ve bazı durumlarda büyük bir hata yapmış olduğumuzu kabul etmek başka bir şeydir. Bu sözü edilen sonuncu itirafı yapacak lütfa sahip kişi sayısı azdır. Bazı kişiler hata yaptıklarını hemen hemen hiç itiraf edemezler.

Biraz önce sözlerinden alıntı yapmış olduğumuz bu onurlu hizmetkar farklı biri idi. Musa Yehova tarafından çağrılmış olan güvenilir ve sevgili hizmetkar – asası ile Mısır ülkesini dehşetten titreten ve topluluk önderi olarak sahip olduğu yüce konumuna rağmen kardeşlerinin bulunduğu tüm topluluğun önünde durmaya ve hatasını itiraf etmeye utanmadı ve söylememesi gereken bir şeyi söylediğini kabul etti ve Yehova’nın ihsan etmediği bir isteğini dile getirmekten çekinmedi.

Bu davranışı Musa’nın gözümüzdeki değerini düşürür mü? Tam aksine; onun değerini daha da çok arttırır. Manevi açıdan Musa’nın itirafını işitmek çok hoştur. Tanrının yönetimi ile ilgili davranışlarının önünde nasıl da alçakgönüllü olarak boyun eğdiğini görmek; kendi yüce görevini sürdürecek olan kişiye karşı hareket şeklinde bencillikten ne kadar uzak olduğuna dikkat etmek! Musa’da kıskançlığın ve imrenmenin izi bile yoktu, Musa’da, küçük düşüren kibirden eser yok idi. Musa çok güzel bir şekilde kendini boşaltmış olarak yüceltildiği konumundan aşağı iner, üzerinde bulunan kolsuz mantosunu halefi Yeşu’nun omuzlarına atar ve onu kutsal sadakat ile sorumlu kılmak için teşekkür eder; kendisi artık o yüce konumun görevinden emekli olmuştur.

“Kendisini alçaltan yüceltilecektir.” Bu ifade Musa’nın durumu için ne kadar da doğru ve uygun bir söz idi! Musa Tanrının kudretli eli altında kendisini alçalttı. Tanrısal yönetim tarafından ona uygulanan kutsal disiplini kabul etti. Tanrı onun isteğini reddettiği zaman ağzından tek bir şikayet sözcüğü bile çıkmadı. Musa Tanrının isteğine hemen boyun eğdi ve bu nedenle uygun zamanda yükseltildi. Eğer yönetim onu Kenan ülkesinden uzak tuttu ise lütuf onu Pisga dağının tepesine çıkardı ve Rab orada Musa’ya eşlik etti, ona güzel ülkeyi görmesi için izin verdi ve Musa bu ülkeyi İsrail halkının miras olarak aldığı ülkeden farklı olarak, Tanrının verdiği şekilde, yani tam boyutları ile gördü.

Okuyucu lütuf ve yönetim konuları üzerinde derin bir şekilde düşünmek ile çok iyi yapacaktır. Bu konu gerçekten de ağır ve pratik bir konudur ve kutsal yazılarda bu konulara çok geniş bir şekilde yer verilir. Ama buna rağmen bu konu bizim aramızda yine de yeterince anlaşılmaz. Konu bize harika gibi görünür ama anlaşılması zordur; Musa gibi sevilen birinin vaat edilen ülkeye girmesinin neden reddedilmesi gerektiğini anlamakta güçlük çekeriz. Ama bu reddedişte tanrısal yönetimin ciddi eylemini görürüz ve başlarımızı eğip tapınmak zorunda kalırız. Resmi kapasitesi ya da yasal sistemi temsil edişi ile Musa İsrail’i vaat edilen ülkeye götüremedi, evet, bu doğrudur ama her şey bundan ibaret değildir. Musa’nın ağzından çıkan sözler tedbirsizce ve nasihat almadan çıktılar. Musa ve Harun Tanrıyı yüceltme konusunda topluluğun önünde başarısız oldular ve bu neden ile “Rab, Musa ile Harun’a, ‘Madem İsraillilerin gözü önünde benim kutsallığımı sayarak bana güvenmediniz’ dedi, ‘bu topluluğu kendilerine vereceğim ülkeye de götüremeyeceksiniz.” Çölde Sayım 20.12. Ve sonra tekrar aynı konu ile ilgili olarak şu sözleri okuruz: “Rab Edom sınırındaki Hor dağında Musa ile Harun’a şöyle dedi: ‘ Harun ölüp atalarına kavuşacak. İsrail halkına vereceğim ülkeye girmeyecek. Çünkü ikiniz Meriva sularında verdiğim buyruğa karşı geldiniz. Harun ile oğlu Elazar’ı Hor dağına çıkar; Harun’un kahinlik giysilerini çıkarıp oğlu Elazar’a giydir. Harun orada ölüp atalarına kavuşacak.” Çölde Sayım 20:23-26.

Tüm bu anlatılanlar çok ciddi konulardır. Burada topluluğa önderlik eden iki adamı görüyoruz. Ve bu adamlar Tanrının, halkını güçlü belirtiler ve mucizeler yaparak Mısır ülkesinden çıkarmak için kullandığı aynı kişilerdir. “Bu Musa ve Harun” Tanrı tarafından çok yüce bir şekilde onurlandırılmışlar idi ama Tanrı yine de onların Kenan ülkesine girmelerini reddetti. Ve bunun nedeni ne idi? Bu nedene dikkat edelim: “Çünkü verdiğim buyruğa karşı geldiniz.”

Bu sözler yüreklerimizin derinliğine yerleşsinler. Tanrının sözüne karşı isyan etmek korkunç bir şeydir ve isyan eden kişinin isyanı ne kadar yüksek olur ise durum da her konuda aynı ölçüde daha ciddi hale gelir ve o zaman tanrısal yargının daha ciddi ve daha hızlı yerine gelmesi gerekir. “Çünkü isyan büyücülük günahı gibidir ve inatçılık da suç ve putperestlik gibidir.”

Bunlar ağır sözlerdir ve bu sözlerin üzerinde derin bir şekilde düşünmemiz gerekir. Rabbin sözüne itaat etme konusunda başarısız olduğu zaman bu sözler Saul’un kulaklarına da söylendi ve böylelikle biz gözlerimizin önünde Tanrının yönetiminde bir itaatsizlik eyleminde bulunan bir peygamberin, bir kahinin ve bir kralın örneklerine sahip olduk. Peygamber ve kahinin Kenan ülkesine girme istekleri reddedildi. Ve kral yalnızca Rabbin sözüne itaat ettiği için tahtından yoksun bırakıldı.

Bu konuyu hatırlayalım. Bizler kendi bilgeliğimiz uyarınca bu konuların çok ciddi olduklarını düşünebiliriz. Bizler yeterli ve yetkili yargıçlar mıyız? Tanrısal yöntemler ile ilgili konulardaki duruşumuz açısından uyanık olalım. Adem Aden bahçesinden dışarı çıkarıldı. Harun’un kahinlik giysileri üstünden alındı. Ve Saul krallığından oldu. Ve tüm bunların nedeni ne idi? Buna manevi bir gücenme ya da skandal ölçüsünde bir günah olarak mı bakmamız gerekir?  Hayır, her durumda neden, Tanrının sözünün ihmal edilişi idi. Bu nokta her zaman hatırlamamız gereken ciddi bir durumdur; günümüzde insanlar kendi düşüncelerine göre hareket ediyor ve kendilerini düşünüyorlar, ayrıca kendilerine göre yargıda bulunup kendilerine göre hareket ediyorlar. İnsanlar kibirli bir şekilde şu soruyu sorarlar: Herkes kendisi için düşünme hakkına sahip değil midir?” Bu soruya vereceğimiz yanıt şu olacaktır: “Kesinlikle hayır!” Bizim itaat etmek için hakkımız vardır. Neye itaat etmek için? İnsanların buyruklarına değil; sözde kilisenin yetkisine değil; heyetlerin emirlerine göre değil; tek bir sözcük ile açıklayacak olur isek adına ne derseniz deyin herhangi bir insan yetkisine hakkımız yoktur. Hakkımız olan şey diri Tanrının sözüne – Kutsal Ruhun tanıklığına – kutsal yazıların sesine itaat etmektir. Tereddüt etmeden ve sorgulamadan itaat etmek! Tüm manevi varlığımızın boyun eğmesini sağlamalıyız. Mantık yürütmemiz gerekmiyor; sonuçların nasıl olacağını tartıp biçmemiz gerekmiyor; sonuçlar ile hiç bir işimiz yoktur. “Neden” ya da “Niçin” sorularını söylemememiz gerekir. Bize düşen itaat etmektir ve diğer tüm konuları Efendimizin ellerine bırakmaktır. Bir hizmetkarın sonuçlar ile ne işi olabilir? Sonuçlar ile ilgili mantık yürütmek bir hizmetkarın işi midir? Bir hizmetkarın yapması gereken en önemli ve ilk şey tüm diğer düşüncelerin dışında kalarak kendisine söyleneni yapmaktır. Eğer Adem bunu hatırlamış olsa idi Aden bahçesinden çıkması gerekmeyecek idi. Eğer Musa ve Harun bunu hatırlamış olsalar idi Şeria ırmağını geçebilecekler idi. Eğer Saul bunu hatırlamış olsa idi tahtından yoksun kalmayacak idi. Ve böylece biz bu ağır ilkenin insanlık tarihi boyunca defalarca resmedildiğini görmekteyiz. Ve şundan emin olabiliriz ki, bu ilke kalıcı ve evrensel bir önem taşımaktadır.

Ve ayrıca şunu hatırlamamız gerekir: zaman içinde olacak olanların ve insanların yapacaklarının Tanrı tarafından önceden bilinmesini temel alan herhangi bir mantık aracılığı ile bu önemli ilkeyi zayıflatma girişiminde bulunmamamız gerekir. Ancak ne yazık ki insanların mantığı bu şekildedir ama bu ölümcül bir hatadır. Tanrının ön bilgisinin insan sorumluluğu ile ne ilgisi olabilir? İnsan sorumlu mudur, değil midir? Mesele budur! Ve kesin olarak emin olduğumuz gibi eğer insan sorumlu ise o zaman bu sorumluluğa müdahale edecek hiç bir şeye izin verilmemesi gerekir. İnsan Tanrının sade sözüne itaat etmeye çağrılır. İnsan hiç bir şekilde Tanrının gizli amaç ve planlarını bilmekten sorumlu değildir. İnsanın sorumluluğu gizlide olan için değil, açıklanmış olan içindir. Örneğin Adem Aden bahçesine yerleştirildiği ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacından yemesi yasaklandığı zaman Tanrının sonsuz plan ve amaçları hakkında ne biliyor idi? Adem suç işledi, ama Tanrının, onun işlediği bu suç nedeni ile nasıl hareket edeceğine dair planları ve amaçları hakkında bilgisi var mıydı? Tanrının Kuzu’nun değerli kanı aracılığı ile yapmış olduğu görkemli kurtuluş planından haberdar mıydı? Elbette, hayır, haberdar değil idi! Adem sade bir emir aldı ve bu emir aracılığı ile davranışının mutlak bir şekilde Tanrıya göre yönetilmesi gerekiyor idi. Adem itaatsizlik etti ve Aden bahçesinden dışarı çıkartıldı; yaklaşık altı bin yıldan beri tek bir itaatsizlik eyleminin korkunç sonuçlarının sergilendiği bir dünyaya adım attı – bu tek itaatsizlik eylemi yasaklanmış olan ağacın meyvesinden yeme eylemi idi.

Tanrıya övgüler olsun ki, lütuf bu günah tarafından vurulmuş dünyaya gelmiş ve düşmüş bir yaratılışın tarlalarından asla biçilemeyecek olan bir hasat biçmiştir. Ama insan suçu nedeni ile yargı görmüştür. Yönetimde olan Tanrının eli tarafından Aden bahçesinden çıkarılmıştır. Ve bu yönetimin bir eylemi aracılığı ile alnının ter ile ekmeğini kazanmak zorunda bırakılmıştır. İnsan, kim olursa olsun, “ektiğini biçecektir.”

Burada tüm dünyada sürmekte olan ilkenin yoğun bir şekilde ifade edilişini görürüz ve bu ilke Tanrının yönetiminin tarihçesinin her sayfasında resmedilir. Bu konu çok önemlidir ve üzerinde çok düşünmemizi talep eder. Ama ne yazık ki, çok az anlaşılmaktadır. Bizler, zihinlerimize tek yanlı bir etkinin girmesine izin veririz. Ve bu yüzden lütuf ile ilgili yanlış düşünceler çok tehlikeli olabilirler. Lütuf bir şeydir, yönetim ise başka bir şeydir. Bu ikisi asla birleştirilmemelidirler. Tanrının ciddi eylemleri ile Tanrının egemen lütfunun bir birleri ile asla birleştirilemeyeceklerine dair önemli gerçeğin okuyucunun yüreği tarafından anlaşılması için hayret ile dilekte bulunuyoruz.


1.  Sonsuz ceza gibi ciddi bir konu ile ilgili olarak burada birkaç öneri sunacağız. Çünkü hem İngiltere’de hem de Amerika’da pek çok kişinin bu konu nedeni ile zorluklar yaşadığını görüyoruz. Her Hristiyan’ın bu öğretişi doğru kavraması için üç düşünce üzerinde durmayı uygun görüyoruz.

I. Birinci düşünce şudur; Yeni Antlaşma’da “sonsuza kadar kalıcı” ya da “sonsuz” (aionios, αἰώνιον)  sözcüklerinin geçtiği yetmiş bölüm mevcuttur. Bu sözcükler, imanlıların sahip oldukları “yaşama” uygulanırlar; tadını çıkaracakları “yücelikte”, kendileri için hazırlanmış olan “evlerde” yaşayacaklardır. Sonsuz yaşam Tanrının Kendisidir. “Kurtuluşun” Yetkin Kişisi Rabbimiz İsa Mesih’tir. O kurtuluşu bizim için elde etmiş ve bize Kutsal Ruhu vermiştir; Romalılar 16:26 ; “O sır şimdi aydınlığa çıkarılmış ve öncesiz Tanrının buyruğuna göre peygamberlerin yazıları aracılığı ile bütün ulusların iman ederek söz dinlemesi için bildirilmiştir.

Şimdi, yukarda işaret ettiğimiz yetmiş bölüm ile ilgili bilgi verelim. Okuyucu bu yetmiş bölümü birkaç dakika içinde Grekçe Dizine bakarak doğruluğunu onaylayabilir. Yetmiş bölümün yedi tanesinde kötülerin “cezası” ile ilgili aynı sözcük yer alır. Üzerlerine gelecek olan aynı “yargıdan” ve onları tüketecek olan aynı “ateşten” söz edilir.

Şimdi burada sorulacak soru şudur: bir kişi hangi ilke ya da hangi ilkeye dayanarak bu yedi bölüme işaret edebilir ve bu bölümlerdeki (aionios, αἰώνιον) sözcüğünün “sonsuza kadar kalıcı” anlamına gelmediğini söyleyebilir? Diğer altmış üç bölümdeki sözcük ise “sonsuza kadar kalıcı” anlamını içermektedir. Biz, sağduyulu herhangi bir zihnin dikkatine bu ifadenin tamamen temelsiz ve değersiz olduğunu düşündüğümüzü belirtmek isteriz. Kutsal Ruh kötülerin yargılanmasından söz ettiği zaman uygun olanı düşündüğünü tamamen kabul ediyoruz. Diğer bölümlerde kullanılmış olan farklı bir sözcükten yararlanmak gerçeğin Ruhu olan Kutsal Ruhun işi olamaz. Kutsal Ruh aynı sözcüğü değiştirmeden aynı şekilde kullanır, öyle ki, eğer biz sonsuz cezayı inkar eder isek sonsuz yaşamı, sonsuz yüceliği, sonsuz bir Ruhu, sonsuz bir Tanrıyı ve sonsuz olan herhangi bir şeyi de inkar etmek zorunda kalırız. Kısaca özetleyecek olur isek, eğer bu ceza sonsuz olmasa idi o zaman bu Grekçe ek ile ilgili olarak hiç bir şey sonsuz değildir. Tanrısal açıklamanın kemer altı yolundaki bu taşın işine karışmak çevremizdeki her şeyi bir harabe kütlesine indirgemek olur. Ve bu da tam olarak şeytanın hedeflediği bir şeydir. Sonsuz ceza ile gerçeği inkar etmenin evrensel kuşkuculuğun karanlık ve dipsiz derinliklerine yönlendiren o eğri düzlük üzerine ilk adımı atmak olduğuna kesinlikle ikna olmuş durumdayız.

II. İkinci düşüncemizin kaynağı canın ölümsüzlüğüne ilişkin büyük gerçeği kaynak almaktadır. Yaratılış kitabının ikinci bölümünde şunu okuruz: Rab Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğunu üfledi. Böylece Adem yaşayan varlık (can) oldu.” Yaratılış 2: 7. Eğer başka bir bölüm olmasa idi dahi, yine de bu tek bölüm üzerine insan canının ölümsüzlüğüne ilişkin büyük gerçeği bina edebilir idik. İnsanın düşüşü bu konu ile ilgili bir farklılığa neden olmadı.

Buradaki en önemli mesele, “bu canın nerede yaşayacağıdır!” Tanrı, günahın Huzuruna girmesine izin veremez. “Tanrının gözleri kötülüğe ve suça bakamayacak kadar saftır.” Bu yüzden eğer bir kişi, günahlarının içinde ölür ise tövbe etmeden kan ile yıkanmadan bağışlanmamış olarak ölür ise o zaman Tanrının bulunduğu yere asla gidemeyeceği mutlak bir şekilde kesindir. Aslında gitmekten hoşlanacağı en son yer de orasıdır. Böyle bir kişi için ateş ve kükürt ile yanan göldeki sonu olmayan sonsuzluktan başka hiç bir yer yoktur.

III. Ve son olarak biz sonsuz ceza ile ilgili gerçeğin Rabbimiz ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in kefaretinin sınırsız doğası ile çok yakın bir şekilde bağlantılı olduğuna inanıyoruz. Eğer sonsuz bir Kurban bizi günahın sonuçlarından kurtarabildi ise bu kurtuluşun sonucunun da sonsuz olması gerekir. Belki bazı kişiler bu düşünceye karşı olabilirler ama bizim için bu düşüncenin gücü mutlak bir karşı konulmazlığa sahiptir. Günahı ve günahın sonuçlarını tanrısal sevgiyi ve tanrısal sevinin sonuçlarını ne şekilde ölçüyor isek aynı şekilde ölçmemiz gerekir. Ölçümüz insan duygusu ya da mantığı değil, yalnızca Mesih’in çarmıhının ölçüsü aracılığı ile olmalıdır.

2. Tüm gerçek bilim ve “sözde bilim” arasında ayırt edici olmamız gerekir. Ve ayrıca bilimin gerçekleri ve bilim adamlarının vardıkları sonuçlar arasında da ayırt edici olmalıyız. Gerçekler, Tanrının yapmış ve yapmakta olduklarıdır, ama insanlar bu gerçeklere göre sonuca vardıkları zaman en ciddi hataları yaparlar.

Ama yine de, Tanrıya haklı yerini veren ve Rabbimiz İsa Mesih’i içtenlikle seven filozof ve bilim adamlarının var olduklarını düşünmek yürekleri gerçekten rahatlatmaktadır.