Mısır’dan Çıkış 5 - 6

Firavun ile yapılan ilk görüşmenin sonucu, gereken teşvik edici etkiyi uyandırmamış gibi idi, zira firavun İsrail’i kaybedebileceğini düşündüğü zaman, onları daha büyük bir baskı altına aldı ve üzerlerine daha ağır çalışma koşulları yükledi. Şeytanın gücü ne zaman bir noktada kısıtlansa, hiddeti artar. Aynı şey burada da söz konusu oldu. Kurtaran sevginin eli aracılığı ile zulüm fırını söndürülmek üzere idi; ama bu durumda fırın daha yoğun ve kızgın bir ateş ile yanmaya başladı. Şeytan pençelerinin arasında sımsıkı tuttuğu birinin çekip gitmesine izin vermekten hoşlanmaz. Şeytan, “silahlı ve güçlü biridir” ve “sarayını ve mallarını korumak ister.” Ama Tanrıya övgüler olsun ki, ondan daha güçlü Olan Biri vardır ve şeytanın güvendiği silahlarını onun elinden almıştır. Ve şeytanın elinden aldığı ganimetlerin hepsini sonsuz sevgisine mazhar olan sevdikleri arasında bölüştürmüştür.

“Sonra Musa ile Harun firavuna gidip şöyle dediler: “İsrail’in Tanrısı Rab diyor ki, ‘Halkımı bırak gitsin, çölde bana bayram yapsın.” (Mısır’dan Çıkış 5:1) Yehova’nın firavuna ilettiği mesaj bu idi; İsrail halkı Kendisine ait olduğu için Tanrı halkının üzerinde hak talep etme yetkisine sahip idi. Halkının, çölde Kendisine bayram yapmasını istiyordu. Tanrı, halkı, esaret ve kölelik boyunduruğundan kurtulmadıkça ve seçilmişlerinin özgür kaldıklarını görmedikçe, asla tatmin olmayacak idi. Tanrı, şeytanın esareti altında bulunan sonsuz sevgisine mazhar olan seçilmişlerinin lütfu aracılığı ile kurtulmalarını istiyor idi, “halkımı bırak ve gitmesine izin ver”.

Egyptian bricks made with straw
Egyptian bricks made with straw

 

İsrail’i Mısır’ın tarla, harç ve kerpiç yapımı gibi işleri altında ezilir iken düşündüğümüz zaman, doğası itibarı ile Adem’in her çocuğunun bulunduğu koşullar aklımıza gelecektir. Ademoğulları işte orada idiler ve kendilerini kurtarmaktan aciz ve çaresiz bir şekilde düşmanın ağır boyunduruğu altında ezilmektedirler. Özgürlük sözcüğünden yalnızca söz edilmesi bile zalimin esirlerini daha ağır bir zincir ile bağlamasına neden oldu ve onların üzerine çok daha ağır yükler koydu. Kurtuluşun dışarıdan bir yerden gelmesinin gerektiği mutlak idi. Ama nereden gelmesi gerekiyor idi? Onlar için kefaret ödeyecek olan kaynak nerede idi? Ya da onları bağlayan zincirleri kıracak güç nerede idi? Kefaret ödeyecek kaynak ve zincir kıracak güç olsa bile istek nerede idi? Onları kurtarmak için kim zahmete girecek idi? Heyhat! Ne içeriden ne de çevreden herhangi bir umut görünmüyor idi. Sadece yukarı bakmak zorunda idiler; sığınakları yalnızca Tanrı idi. Tanrı’da hem güç hem de istek vardı. Tanrı hem bedel ödeyerek hem de gücünü kullanarak bir kurtuluş gerçekleştirebilir idi. Mahvolmuş baskı altındaki İsrail için kurtuluş yalnızca ve yalnızca Yehova’dan gelecekti.

Bu her alanda geçerli olan bir gerçektir. “Başka hiç kimsede kurtuluş yoktur. Bu göğün altında insanlara bağışlanmış, bizi kurtarabilecek başka hiç bir ad yoktur.” (Elçilerin İşleri 4:12) günahkar, onu zalim gücü ile yönetenin elindedir; “günah altında satılmış”, “şeytanın iradesi ile esir alınmış”, “umutsuz”, “ve Tanrısız.” İşte, günahkarın içinde bulunduğu durum. Bu durumda kendi kendisine nasıl yardımcı olabilir? Ne yapabilir? Başka birinin elinde esirdir ve her yaptığı bir esirin sahip olduğu dar kapasite içinde sınırlıdır. Düşünceleri, sözleri, hareketleri, bir esirin düşünceleri, sözleri ve hareketleridir. Evet, bu esir her ne kadar özgürlüğüne kavuşmak için gözyaşı döker ve iç çekişleri ile ağlar, buna rağmen gözyaşları ve iç çekişleri esaretinin melankolik kanıtlarıdır. Özgür kalmak için mücadele verebilir; ancak bu mücadelesi bile yani, özgürlük için duyduğu arzu bile esaretinin pozitif bir beyanıdır.

Günahkarın durumu budur; Adem doğası kökünden çürümüştür – bütünü ile şeytanın gücü altındadır. Bu nedenle ihtiyaç duyduğu tek şey yalnızca yeni bir konuma getirilmesi değildir, ama aynı zamanda kendisine yeni bir doğa ihsan edilmelidir. Doğa ve durum birlikte olmalıdırlar. Eğer günahkar durumunu daha iyi hale getirmek için çabalasa idi, doğası iyileşemeyecek kadar kötü olduğundan bunu gerçekleştirmesi asla mümkün değildi. Soylu bir adam sokaktaki bir dilenciyi alıp evlat edinebilir; ona bir soylunun varlığını bahşeder ve bir soylu konumuna yerleştirir. Ama yine de ona bir soylunun doğasını veremez ve bu yüzden bir dilencinin doğası kendisini bir soylunun evinde hiç bir zaman rahat hissedemez; orayı kendi evi gibi göremez. Koşullara uygun bir doğanın var olması gerekir ve doğanın kapasitesine, arzularına, duygularına ve eğilimlerine uygun bir koşulun var olması şarttır.

Şimdi Tanrı lütfunun müjdesinde bize, imanlının tamamen yeni koşullar içine konduğu öğretilir; yani, imanlı artık eski suçlu ve mahkum koşullarında değildir; sonsuza kadar aklanmıştır, mükemmel bir konumdadır ve beraat etmiştir; yani Tanrı şimdi imanlıyı yalnızca tüm günahları bağışlanmış biri olarak görmek ile kalmaz, ama aynı zamanda imanlıya üzerinde hiç bir leke bulunmayan sınırsız bir kutsallık da lütfedilmiştir. Daha önceki mahkumiyet konumundan çıkartılmış ve lekesiz ve sonsuza kadar kalıcı doğruluğun yeni ve sonsuz konumuna mutlak bir şekilde yerleştirilmiştir. Eski Adem tabiatının geliştirilmesi hiç bir şekilde asla mümkün değildir. “Eğri olan bir şey doğru hale getirilemez.” “Bir Etiyopyalı cildinin rengini ya da bir leopar beneklerini değiştirebilir mi?” günahkarın durumunda dereceli bir gelişme olasılığı teorisi kadar müjdenin temel gerçeğine karşı çıkan hiç bir şey olamaz. Günahkar belirli bir durumda doğmuştur ve “yeniden doğuncaya” kadar durumu değişemez. Gelişme konusunda çaba gösterebiliriz; gelecekte daha iyi olma kararı alabilir, yaşamımızda yeni bir sayfa açabilir ve farklı bir yaşam sürmek için gayretli olabiliriz; ama tüm bunları uygular iken bile günahkarın durumunda en ufak bir değişiklik söz konusu edilemez.Belki, “dindar” olabilir, dua etmeyi deneyebilir, toplantılara katılabilir ve bir ahlak reformu sergileyebilir ama tüm bunların hiç biri en küçük bir şekilde bile onun Tanrının önündeki durumunu etkilemez. 

Bu konu tabiat ile ilgili meseleye oldukça çok benzer. Bir insan tabiatını nasıl değiştirebilir? Onu baskı altında tutabilir, boyun eğmeye zorlayabilir, disiplin altına koyabilir; ama tabiatı hala aynı kalacaktır. “Bedenden doğan bedendir.” Yeni bir durum ile birlikte yeni bir tabiat da mevcut olmalıdır. Ve bu nasıl mümkün olacaktır? Tanrının, Oğlu ile ilgili tanıklığına iman ederek. “Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrının çocukları olma hakkını verdi, onlar ne kandan ne beden ne de insan isteğinden doğdular; tersine Tanrıdan doğdular.” (Yuhanna 1:12,13) Burada, Tanrının biricik Oğlunun adına iman eden kişilerin Tanrının çocukları olma hakkına ya da ayrıcalığına sahip olduklarını öğreniyoruz. Tanrının çocukları yeni bir tabiata paydaş edildiler. Sonsuz yaşama sahip oldular. “Oğul’a iman edenin sonsuz yaşamı vardır.” (Yuhanna 3:36) “Size doğrusunu söyleyeyim, sözümü işitip beni gönderene iman edenin sonsuz yaşamı vardır. Böyle biri yargılanmaz, ölümden yaşama geçmiştir.” (Yuhanna 5:24) “Sonsuz yaşam, tek gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin İsa Mesih’i tanımalarıdır.” (Yuhanna 17:3) “Tanıklık da şudur: Tanrı bize sonsuz yaşam verdi. Bu yaşam O’nun Oğlundadır. Kendisinde Tanrı Oğlu bulunanda yaşam vardır, kendisinde Tanrı Oğlu bulunmayanda yaşam yoktur.” (1.Yuhanna 5:11,12)

Koşul ve tabiatın sorularına yanıt veren referans, sade bir şekilde Söz’ün öğretişinde mevcuttur. Ama tüm bunların hepsinin temeli nedir? İmanlı tanrısal doğruluk durumuna ve tanrısal doğaya ortak olma konumuna nasıl getirilir? Bu sorunun yanıtındaki büyük gerçek şudur: “İSA ÖLDÜ VE YENİDEN DİRİLDİ.” Kutsanmış Olan, sonsuz sevginin, yücelik tahtının, sönmeyen ışığın konutlarının görkemini bıraktı ve göklerden aşağı inip bu suç ve felaket dolu dünyaya geldi; günahlı insan bedeninin benzerliğini üzerine aldı ve Tanrıyı mükemmel bir şekilde gösterdikten ve yücelttikten sonra burada yeryüzündeki kutsanmış yaşamında yaptığı her hareket ile bizim yerimize geçti ve işi tamamladı; halkının suçlarının tüm ağırlığı altında çarmıh üzerinde öldü. Bunu yaptığı zaman bize karşı olan ya da olabilecek her tür kötülüğü üzerine aldı. Yasayı yerine getirdi ve onu onurlandırdı ve bunu yapmakla ağaç üzerine asılan bir lanet oldu. Her talep yerine getirildi, her düşman susturuldu ve her engel ortadan kaldırıldı. “Merhamet ve gerçek bir araya geldiler ve doğruluk ve esenlik öpüştüler.” Sonsuz adalet yerine getirildi ve sonsuz sevgi tüm şifa ve tazeleyen erdemler ile günahkarın kırık yüreğinden içeri akabildi. Aynı zamanda çarmıha gerilmiş bir Mesih’in bedeninden ve yarılmış böğründen akan temizleyici ve kefaret eden kan ve su, suçlu ve suçluluğuna ikna olmuş bir vicdanın tüm ihtiyaçlarını tamamen karşıladı. Çarmıhtaki Rab İsa bizim yerimizi aldı. O, bizi temsil Eden oldu. “Doğru Olan, doğru olmayanlar için öldü”. “tanrı günah nedir bilmeyen Mesih’i bizim için günah yaptı.” (2.Korintliler 5:21; 2. Petrus 3:18) O, günahkarın ölümünü öldü, gömüldü ve tekrar dirildi ve yapılması gereken her şeyi yapıp tamamladı. Bu nedenle, artık imanlıya karşı olabilecek hiç bir şey kesinlikle yoktur. İmanlı Mesih ile birleşmiştir ve O’nun doğruluğuna sahiptir. “O bu dünyada nasıl ise biz de öyleyiz.” (1.Yuhanna 4:17)

Bu vicdanı rahatlatan bir esenlik sağlar. Ben artık bir suçluluk değil de bir aklanma konumunda isem ve eğer Tanrı beni yalnızca Mesih’te ve Mesih olarak görüyor ise, o zaman benim payımın mükemmel esenlik olduğu aşikardır. “Böylece iman ile aklandığımıza göre Rabbimiz İsa Mesih sayesinde Tanrı ile barışmış oluyoruz.”(Romalılar 5:1) Kuzunun kanı imanlının tüm suçunu iptal etti, onu ağır günah yükünü ortadan kaldırdı ve ona imanlıya sonsuza kadar kalıcı olan doğruluk sayesinde mükemmel bir boş sayfa lütfetti; kutsal olan Tanrı “günaha bakamaz.”

Ama imanlı yalnızca Tanrı ile barışmak ile kalmadı, aynı zamanda Tanrının çocuğu da oldu, öyle ki, Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile Baba ve Oğul ile tatlı paydaşlığın tadını alabilsin. Çarmıha iki görüş açısından bakılabilir: ilki, Tanrının adalet talebini Tanrının sevgisini ifade ederek tatmin etti. Eğer ben günahlarıma Tanrının bir yargıç olarak bulunduğu talepler ile bağlantılı olarak bakacak olur isem, çarmıhta bu taleplerin mükemmel bir şekilde yerine getirildiğini görürüm. Bir yargıç olarak Tanrı, mükemmel bir şekilde tatmin olmuştur; evet, çarmıhta yüceltilmiştir. Ama bundan daha da fazlası söz konusudur. Tanrının adalet talebi kadar sevgisi de önemlidir ve Rab İsa Mesih çarmıhta bu sevginin tamamını tatlı ve dokunaklı bir şekilde günahkarın kulağına duyurur. Aynı zamanda imanlıyı bu sevginin ve paydaşlığın tadını çıkartabilmesi için yeni bir doğaya da paydaş kılar. Nitekim Mesih de bizleri, Tanrıya ulaştırmak amacı ile doğru kişi olarak doğru olmayanlar için günah sunusu olarak ilk ve son kez öldü.” (1.Petrus 3:18) Böylece biz yalnız bir konuma değil ama aynı zamanda Tanrının Kendisi olan bir Kişi’ye getirildik ve bize Mesih’ten zevk alan bir doğa ihsan edildi. “Yalnız  bu kadar da değil, bizi şimdi Tanrı ile barıştırmış olan Rabbimiz İsa Mesih aracılığı ile Tanrının kendisi ile de övünüyoruz.” (Romalılar 5:11)

Bu nedenle, şu özgür kılan sözlerde ne kadar büyük bir güç ve güzellik görebiliyoruz: “Halkımı bırak gitsin, çölde bana bayram yapsın.” “Rabbin ruhu üzerimdedir. Çünkü O beni yoksullara müjdeyi iletmek için meshetti. Tutsaklara serbest bırakılacaklarını, körlere gözlerinin açılacağını duyurmak için ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak için ve Rabbin lütuf yılını ilan etmek için Beni gönderdi.” (Luka 4:18) Müjdenin verdiği sevinçli haberler her türlü esaretin boyunduruğundan tam kurtuluş geldiğini ilan eder. Tanrı, müjdeye iman edenlere esenlik ve özgürlük verdiğini beyan eder.

Ve bu ifadede dikkatimizi çekmesi gereken önemli nokta şudur: “çölde bana bayram yapsınlar.” Firavun ile işlerinin bitmesi gerekiyordu, öyle ki Tanrı ile başlayabilsinler. Bu çok büyük bir değişim idi. Firavunun angaryacılarının zulmü altında eziyet çekmek yerine Yehova ile bayram yapacaklardı. Ve Mısır’dan çıktıktan sonra çöle geçeceklerdi, ama yine de buna rağmen Tanrı huzurunun varlığı onlara refakat edecek idi. Çölün koşulları ağır ve tüketici idi, ama Kenan diyarına giden yol çölden geçiyor idi; Tanrının amacı şu idi: halkı çölde, Rabbine bayram yapacak idi ve bunu yapması için Mısırdan “çıkartılmasına izin verilmesi” gerekiyor idi.

Ama firavunun Tanrının bu emrine boyun eğecek bir itaat bilgeliği yok idi. “Firavun, RAB kim oluyor ki, O’nun sözünü dinleyip İsrail halkını salıvereyim?”dedi. Rabbi tanımıyorum, İsraillilerin gitmesine izin vermeyeceğim.” (Mısırdan Çıkış 5:2) Firavun bu sözleri ile gerçek düşüncesini tam olarak ifade etmiş oldu; bilgisiz ve itaatsiz idi. Bilgisizlik ve itaatsizlik el ele giderler. Eğer Tanrı tanınmıyor ise, O’na itaat edilemez. Çünkü itaat her zaman bilginin temeli üzerinde yer alır. Can, Tanrı bilgisi ile bereketlendiği zaman, bu bilgi, can için yaşam olur, (Yuhanna 17:3) ve yaşam güçtür ve güce sahip olduğum zaman harekete geçebilirim. Bir kişinin yaşam olmadan harekete geçmesinin mümkün olmadığı aşikardır ve bu nedenle, insanların tek başlarına bir şey yapamayacaklarını anlayabilmeleri için, tanrının gücüne muhtaç olduklarını bilmeleri gereklidir.

Ama firavun Rabbi tanımadığı gibi kendisini de tanımıyor idi. Firavun kendisinin yeryüzünde zavallı ve kötü bir solucandan farksız olduğunu bilmiyor idi, oysa Tanrı gücünü ona göstermek, Adını bütün dünyaya tanıtmak için firavunu ayakta tutmuş idi. (Mısırdan Çıkış 9:16; Romalılar 9:17) “Musa ile Harun, ‘İbranilerin Tanrısı bizimle görüştü’ diye yanıtladılar. ‘İzin ver, Tanrımız Rabbe kurban kesmek için çölde üç gün yol alalım. Yoksa bizi salgın hastalık ya da kılıç ile cezalandırabilir.’ Mısır firavunu, ‘Ey Musa ve Harun, niçin halkı işinden alıkoyuyorsunuz? Siz de işinizin başına dönün’ dedi. ‘Bakın, halkınız Mısırlılardan daha kalabalık, oysa siz onların işini engellemeye çalışıyorsunuz. Firavun o gün angaryacılara ve halkın başındaki görevlilere buyruk verdi.’Kerpiç yapmak için artık halka saman vermeyeceksiniz. Gitsinler, kendi samanlarını kendileri toplasınlar. Önceki gibi aynı sayıda kerpiç yapmalarını isteyin, kerpiç sayısını azaltmayın. Çünkü tembel insanlardır; bu yüzden, ‘gidelim, Tanrımıza kurban keselim’ diye bağrışıyorlar. İşlerini ağırlaştırın ki, meşgul olsunlar, yalan sözlere kulak asmasınlar.’” (Mısırdan Çıkış 5:3-9)

Burada insan yüreğinin gizli kaynakları ile ilgili ne kadar büyük bir gelişim görüyoruz! İnsan tek başına tanrının bilgisine ulaşmak için yetersizdir. Firavunun gözünde tüm tanrısal ünvanlar ve tanrısal açıklamalar yalnızca “boş, yalan sözlerden” ibaret idiler. Firavun “çöldeki üç günlük yolculuk”  ya da Rabbe bayram yapmak” konusunda ne biliyordu? Böyle bir yolculuğun neden gerekli olduğunu ya da böyle bir bayramın doğasını ya da objesini nasıl anlayabilirdi? Bu imkansız idi! Firavun zulüm etmeyi ya da kerpiç yaptırmayı bilirdi, İbraniler üzerinde bu konularda hükmedebilir idi; ama Tanrıya hizmet etmek ya da Tanrıya tapınmak gibi konularda en ufak bir bilgiye bile sahip değil idi.

Bu dünyanın bilgeleri ve yöneticileri için durum her zaman aynıdır; tanrısal tanıklıklar konusunda her zaman akılsız olmuş ve boş davranmışlardır. Örneğin, “dünya gözünde çok soylu olan Festus’u” ele alalım vePavlus ve Yahudiler arasındaki şu önemli konunun kendisi tarafından nasıl değerlendirildiğine bir göz atalım: “ Ancak onunla çekiştikleri bazı sorunlar vardı. Bunlar, kendi dinlerine göre, ölmüş de Pavlus’un iddiasına göre yaşamakta olan İsa adındaki birine ilişkin konular idi.”(Elçilerin İşleri 25:19) Heyhat! Yahudiler söylediklerine ilişkin ne kadar da az şey biliyorlardı! İsa’nın “ölü” ya da “diri” olup olmadığı hakkında ne kadar az bilgi sahibi oldukları sordukları sorulardan anlaşılmakta idi. Festus, dostları Kral Agrippa ile Berniki’ye, Pavlus hakkındaki suçlamalar ile ilgili nasıl bir karar alacağını bilemediğini söylemiştir. Ama sonuç olarak, bu durum Festus’un, Pavlus’un tutuklu kalmaya devam etmesini buyurmasına engel olmamıştır. Festus ve dostları, Pavlus’u dinledikten sonra biraz daha bilgi sahibi olmuşlardır, ama bir değişim gerçekleşmemiştir. Evet, Adem’in her çocuğunun yazgısını belirleyen soru, kilisenin hali hazırdaki ve sonsuza kadar olan durumunu temel alır ve dünya, tüm tanrısal öğütler ile bağlantılı durmasına rağmen, Festus’un vardığı yargı aracılığı ile boş inançlarını yine ortaya koyar.

Aynı durum, firavunun olayı için de geçerlidir. Firavunun “İbranilerin Tanrısı”hakkında hiç bir bilgisi yok idi. Bu nedenle yüce “BEN’İM” in Musa ve Harun aracılığı ile söyledikleri, firavunun gözünde “boş sözler” idi. Kutsal kılınmamış insan zihni için Tanrı değerleri her zaman boş, yararsız ve anlamsız gibi görünecektir. Tanrının adı soğuk ve resmi bir dindarlık konusu ile ilgili olarak geçtiği zaman, belki bilinebilir; ama Tanrının Kendisi bilinmemektedir. Tanrının, bir imanlının yüreği için paha biçilmez değer taşıyan adı, o imanlının ihtiyaç duyabileceği ya da arzu edebileceği her şeyi ifade eder; ancak bir imansız için bu adın bir önemi, gücü ya da erdemi mevcut değildir. Bu yüzden Tanrı ile ilgili olan her şey, O’nun sözleri, öğütleri, düşünceleri, yolları, özetleyecek olur isek, O’nunla bağlantılı olan, O’na işaret eden her şey bir imansızın bakış açısından “boş ya da yalan sözler” olarak görülür.

Yine de buna rağmen, bu durumun değişeceği zaman hızla yaklaşmaktadır. Mesih’in yargı kürsüsünün, dünyaya gelecek olan dehşetlerin, ateş gölü gerçeğinin, kesinlikle “boş ya da yalan sözler” olmadıkları ortaya çıkacaktır. Şimdi lütuf aracılığı ile iman etmiş olan herkesin en büyük dayanağı olan bu sözlerin, zamanı geldiğinde firavun gibi kişilerin vicdanlarını sızlatacağı kesindir!

Heyhat! Bazen imanlılar bile tanrısal ve göksel değerlerin gerçekliği konusunda göz ile gördüklerine dayanarak yaşayabilirler; isteğimiz iman ve göksel değerler alanında daha çok yaşamaktır; bizler “yeni yaratık”larız. İmana dayanarak yaşadığımız zaman, değerleri Tanrının gözü ile görür, değerler hakkında Tanrının düşündüğü gibi düşünürüz ve böylelikle tüm yönümüz ve karakterimiz dünyadan ve dünyasal değerlerden uzaklaşır ve onlara ilgi duymaz hale gelir.

Ama Musa’nın denendiği konu, firavunun Musa’nın görevi hakkındaki yargısı ile ilgili değildi. Mesih’in içten ve tüm yüreği ile hizmet eden imanlısı, bu dünyanın insanlarından hiç bir zaman hiç bir şey beklememelidir. Bu dünyanın Mesih hakkındaki düşünceleri bizi ilgilendirmez. Göksel Efendisine sadık olan, O’nun yürüdüğü yoldan yürür. Giderek O’nun benzeyişine dönüştürülür. Bu yüzden   dünyadaki kişilerin bu durumu imanlıyı hayal kırıklığına uğratmamalı ve onun cesaretini kırmamalıdır. Aslında bundan daha çok acı veren bir başka durum vardır; imanlının hizmetinin ya da tanıklığının yanlış anlaşılması, kulak asılmaması ya da reddedilmesi. Bu söylediğimiz durumlar ile karşılaştığı zaman imanlı Tanrı ile daha çok beraber olmalıdır, O’nun düşüncelerini düşünmeli, daha güçlü paydaşlıkta bulunmalı ve böylelikle ruhunu yürüdüğü yol ve verdiği hizmetin kalıcı gerçekliğinde destekleyebilir. İmanlı, bu tür deneme koşulları altında eğer tanrısal hizmetinden ve tanrısal huzurun varlığından tam olarak emin değil ise, bir yıkıma uğrayacağı hemen hemen kesindir.

Musa da aynı durumu yaşadı; firavunun gücünün baskısı arttığı zaman İsrailoğulları Musa’ya, onun cesaretini kıran ve bunaltan şu sözleri söylediler: “Rab yaptığınızı görsün ve cezanızı versin. Bizi firavun ve görevlilerinin önünde rezil ettiniz. Bizi öldürmeleri için ellerine bir kılıç verdiniz.” (Mısırdan Çıkış 5:21) Olup bitenler yeterince hüzünlü idi ve Musa çok üzüldü, “RABBE döndü ve Niçin bu halka kötü davrandın? Beni bunun için mi gönderdin? Senin adına firavun ile konuşmaya gittim gideli, firavun bu halka kötü davranıyor. Sen de kendi halkını kurtarmak için hiç bir şey yapmadın” dedi.” Olayların görünümü çok cesaret kırıcı bir hal almış idi; tam da kurtuluşun gerçekleşecek gibi göründüğü bir anda! Günlük yaşamda da böyledir; gecenin en karanlık saatinden hemen sonra sabahın ışığı gelir. İsrail tarihinde daha sonraki bir günde bu gerçek ortaya çıkacak idi. En derin karanlığın ve bunaltan hüznün anı, halkının yarasını sonsuza kadar iyileştirmek üzere, ellerinde şifa ile bulutun arkasından çıkacak olan “Doğruluk Güneşi” ile son bulacaktır.

“Neden?” ya da “Niçin?” sorularının yanıtını verecek olan içten iman mıdır ya da öldürülmüş irade midir? Musa’nın yukarıdaki alıntısına karşılık verecek olan yanıt nedir? Ancak Rab yine de, o anın yoğun baskısı nedeni ile ortaya çıkan bu sorulara lütufkar bir karşılık verdi:”Firavuna ne yapacağımı şimdi göreceksin. Güçlü elimden ötürü İsrail halkını salıverecek, güçlü elimden ötürü onları ülkesinden kovacak.” (Mısırdan Çıkış 6:1) Bu karşılık, Rabbin şaşırtıcı lütfuna tanıklıktır. Yüce BEN’İM’in kavranamaz yollarının sorgulanmasına rağmen Rab, hizmetkarının rahatsız olan ruhunu yatıştırmaya çalışmaktadır. Bu nedenle, Rab Musa’ya yapmak üzere olduğu planlarını açıklar. Her türlü nimetin Kendisinden geldiği kutsal Tanrı, “mayamızı bilir, toprak olduğumuzu anımsar.” (Mezmur 103:14)

İnsanın yüreğini rahatlatmak için yalnızca hareketleri ile değil, adını ve karakterini de vurgulayarak davranır. Bu davranışı O’nun eksiksiz, tanrısal ve sonsuza kadar kalıcı mükemmelliğinden kaynaklanır. İnsanın yüreği, tatlı bir rahatlığı Tanrının Kendisinde bulabildiği zaman, O’nun adı ile sağladığı güçlü kulede saklanabildiği zaman, tüm ihtiyaçlarına mükemmel bir yanıt aradığında bu yanıtı Tanrının karakterinde bulabildiği zaman, işte o zaman, gerçekten yaratık alanının üzerine yükselir. Yeryüzünün sahte vaatlerine sırt çevirir ve insanın boş küstahlıklarına aldırmaz ya da değer vermez. Tanrı ile tecrübeler yaşayarak Tanrıyı tanıyan bir yürek, yalnızca yeryüzüne bakıp “her şey boş” demek ile kalmaz, ama aynı zamanda doğrudan Tanrıya da bakar ve “ihtiyaç duyduğum her şeyin kaynağı Sen’sin” der.

“Tanrı, ayrıca Musa’ya,’Ben Yahve’yim (Rabbim) dedi, ‘İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a Her Şeye Gücü Yeten Tanrı olarak göründüm, ama onlara kendimi Yahve adı ile tanıtmadım. Yabancı olarak yaşadıkları Kenan ülkesini kendilerine vermek üzere onlarla antlaşma yaptım. Mısırlıların köleleştirdiği İsraillilerin iniltilerini duydum ve antlaşmamı hep andım.” (Mısırdan Çıkış 6:2-5) Tanrı, halkının Kurtarıcısı olarak Kendisine “Yehova” ünvanını verir; saf ve egemen lütuf antlaşmasının temelinde Kendisini, kurtaran sevginin, kendiliğinden var olan yüce Kaynağı olarak açıklar. Öğütlerini bildirir, vaatlerini yerine getirir, seçtiği halkını her düşmandan ve her kötülükten kurtarır. İsrail’in bu önemli ünvan altında her zaman güvenli olarak kalmak gibi bir ayrıcalığı vardır. Bu ünvan, Kendi yüceliği için hareket eden ve onlarda Kendi yüceliğinin görünmesi için baskı gören halkını kurtaran Tanrıyı çok güzel açıklar.

“Onun için İsrailliler’e de ki, ‘Ben Yahve’yim. Sizi Mısırlıların boyunduruğundan çıkaracak, onların kölesi olmaktan kurtaracağım. Onları ağır bir biçimde yargılayacak ve kendi kudretli elim ile sizi özgür kılacağım. Sizi kendi halkım yapacak ve Tanrınız olacağım. O zaman sizi Mısırlıların boyunduruğundan çıkaran Tanrınız Yahve’nin ben olduğumu bileceksiniz. Sizi, İbrahim’e, İshak’a ve Yakup’a vereceğime ant içtiğim topraklara götüreceğim. Orayı size mülk olarak vereceğim. Ben Yahve’yim.” (Mısırdan Çıkış 6:6-8) Tüm bu sözlerde lütfun en saf, en karşılıksız ve en zengin derecesini görmekteyiz. Yehova, halkının yüreğine Kendisini, onların içinde, onlar için ve onlar ile birlikte hareket eden Rab olarak sunar; halkı perişan ve çaresiz durumda idi; O, lütfunu ve yüceliğini göstermek ve onları kurtarmak için göklerden aşağı geldi. O’nun yüceliği ve halkının kurtuluşu birbirlerinden ayrılamaz şekilde bağlantılıdırlar. Tanrı, halkına daha sonra tüm bunları hatırlattı; Yasanın Tekrarı kitabında şunları okuruz: “Rabbin sizi sevmesinin ve seçmesinin nedeni, öbür halklardan daha kalabalık olduğunuz için değil. Siz sayıca öbür halklardan azdınız. Rab size sevgisini göstermek ve atalarınıza ant içerek verdiği sözü yerine getirmek için güçlü eli ile sizi Mısır’dan çıkarttı. Köle olduğunuz ülkeden, mısır firavunun elinden sizi kurtardı.” (Yasanın Tekrarı 7:7,8)

Tanrının bizi olduğumuz gibi sevip kabul ettiğine dair sahip olduğumuz bilgi, kuşku duyan ve korkudan titreyen bir yüreğin ihtiyaç duyduğu ne büyük güvencedir. O, bizim ne olduğumuzu bilir ve ayrıca buna rağmen bu durum O’nun sevgisinde ve karakterinde asla herhangi bir değişikliğe neden olmaz. “Dünyada kendisine ait olanları hep sevmişti. Sonuna kadar da sevdi.” (Yuhanna 13:1b) O’nun sevdiği kişileri sevme şekli her zaman sonuna kadardır. Bu gerçek, bize söz ile anlatılamayacak bir rahatlık sağlar. Tanrı, hakkımızdaki her şeyi biliyor idi – Bize olan sevgisini Oğlu’nu armağan ederek gösterdiği zaman, hakkımızdaki en kötü şeyleri dahi biliyordu. O, neye ihtiyacımız olduğunu biliyor idi ve bize bunu sağladı. Bedel ödenmesi gerektiğini biliyor idi ve bu bedeli ödedi. Ne yapılması gerektiğini biliyor idi ve yapılması gerekeni yaptı. O’nun Kendi taleplerinin karşılanması gerekiyor idi ve O bu talepleri bizim yerimize Kendisi yerine getirdi. Bu nedenle, O’nun İsrail’e yukarıdaki şu sözleri söylediğini okuruz: “Siz çıkartacağım”, “Sizi götüreceğim”, “Sizi kendime alacağım,” Size ülkeyi vereceğim,” “Ben Yehova’yım.” O’nun yaptıklarının hepsi, O’nun Kim olduğu temeli ile ilgili idi. Bu büyük gerçek tam olarak kavranıncaya kadar ve Kutsal Ruh’un gücü aracılığı ile can’dan içeri girene kadar kişi oturmuş bir huzur elde edemez. Yürek asla mutlu olamaz ya da vicdan tanrısal tüm taleplerin tanrısal bir şekilde yanıtlandığını bilene ve buna inana kadar esenliğe kavuşamaz.

Bitirmekte olduğumuz bu bölüm Musa ve Harun’un soy kütüğüne ilişkin bir kayda yer verir ve bize, Yehova’nın Kendisine ait olan halk halen düşmanın elinde olmasına rağmen, bu kayıt aracılığı ile onların sayıları ile ilgilendiğini göstermesi ilginçtir. İsrail Tanrının halkı idi ve O, burada üzerinde egemen olduğu halkın kayıt halinde soy dökümünü yapar. Şaşırtıcı lütuf! Mısır esaretinin tüm aşağılamasının altında bulunan bu kişilerin değerlerini ortaya koyar! Bu, Tanrıya yakışan bir davranıştır. Düşmüş meleklerden oluşan ordular tarafından kuşatılmış evreni yaratan Tanrı, kendisini hoşnut edecek şeyi yapmak için her zaman hazırdır. Adını vermek istediği köleleri kurtarmak amacı ile aşağı indi. Aşağı geldi ve Mısırın orta yerinde durdu ve orada angaryacıların kırbaçları altında inleyen bir halkı kurtarmak için şu unutulmaz sözleri söyledi: “Bırak halkımı, gitsin!” Ve bu sözleri ile halkında yer alan kişilerin teker teker adlarını yazdırarak adeta şöyle demek istedi: “Onlar benimdir; onları sayıp bir göreyim ki, Mısırdan çıkarlarken bir tanesi bile geride kalmasın.” “Tanrı, gübre yığını içindeki dilenciyi alıp çıkartır ve onu halkının önderleri arasına yerleştirir ve yücelik tahtını miras edinmesini sağlar.” (1.Samuel 2)