Bölüm 6

O dönemde Araplarının popüler dininin delice ve değersiz olduğuna inanan ve reform yapmak isteyen Arap ulusundaki tek kişi Muhammet değildi. Günümüze gelen daha eski yaşamöykülerinden öğrendiğimiz üzere Muhammet, Peygamber olarak ortaya çıkmadan birkaç yıl önce Medine, Taif, Mekke ve belki başka yerlerde de putlara tapmayı ve halkın büyük çoğunun çoktanrıcılığını kabul etmeyerek gerçek bir din bulmaya çabalayan çok sayıda insanın ortaya çıktığını öğreniyoruz. 1 İlk itici güç, büyük olasılıkla Yahudilerden ya da başka bir bölgeden gelmiş olabilir. Söz ettiğimiz insanlar neredeyse tümüyle Allah’ın yerini alan sadece alt düzeydeki ilahların kültlerini değil, o zamanlar geçerli olan, insan vicdanına ve insana ters olan en ahlaksız uygulamaların birçoğunu da hükümsüz kılarak Yüceler Yücesi Allah’a (Allahu Te’ala) ibadeti doğru bir yere oturtmaya kararlıydılar. Ya ataları olduğunu iddia ettikleri İbrahim’in tanıdığı ve taptığı Tek Gerçek Allah geleneğinin sürmesiyle ya da Yahudilerin bu doğrultudaki ifadeleriyle, bu reformcular,  “İbrahim’in Dinini” istediklerini öne sürüyorlardı. Tahmin edildiği şekliyle, o zaman Yahudilerin imanını kabul edip sinagoga katılmalarını Yahudilerin dışlayıcılıkları önlemiş olabilir. Ya da öte yandan ulusal ve aile gururları, ülkelerindeki yabancı yerleşimcilerin dinini kabul etmekte isteksiz davranmalarına yol açmış olabilir. Bu reformculardan bazısının, o dönemde Yahudi dininin batıl inançlardan uzak olmadığını algılamaları da mümkündür; Hıristiyanların, Yahudileri, Mesih’lerini kabul etmemekle ve O’nu öldürmekle suçlamalarının ve düşmüş durumlarını, Tanrı’nın öfkesinin onların üzerinde olduğunun kanıtı diye göstermelerinin de bu aydın Arapların, Talmud Yahudiliğini kabul etmelerini önlemekte bazı etkileri olabilir. Neden ne olursa olsun, reformcuların önce Yahudiliğe ya da Hıristiyanlığa dönmek için değil, soruşturmak için ortaya çıktıkları gerçektir. Bunların adlarıyla bildiğimiz önde gelenleri Medine’de Ebu Emir, Taif’te Ümmiye İbn-i Zalt, Mekke’de Varaka, Übeydullah, Osman ve Zeyd İbn-i Amr’dır. Bu adamlar kalabalıklar halinde peşlerinden gelinmesini emretmemiş olsalar bile kuşkusuz onların tarafını tutanlar vardı.

Süreç içinde göz önüne alacağımız bir şiir dışında bu reformcular bize, inançlarıyla ilgili yazılı kayıtlar bırakmadıkları için, onlarla ilgili ifadelerimizdeki yetkiliyi belirtmek önemli olabilir. Pratikte başlıca yetkilimiz, 2 kitabı günümüze gelen, Muhammet’in en eski yaşam öyküsü yazarı İbn-i Hişam’dır. Adını bildiğimiz ilk yazar, Muhammet’in yaşamını yazan, hicri 124 yılında ölen Zühri’dir. Verdiği bilgiyi, Muhammet’i kişi olarak tanıyanların, özellikle de Ayşe’nin akrabalarından Urva’nın kuşaktan kuşağa aktarılan anlattıklarından edinmiştir. Kuşkusuz yıllar içinde bu Hadislere birçok açıdan yanlış ve abartı sızmıştır; ama Zühri’nin kitabı günümüze gelebilseydi gerçekten çok değerli olacaktı. Ama (çok mümkün olduğu üzere) Zühri’nin öğrencilerinden biri, hicri 151 yılında ölen İbn-i İshak, Muhammet’in yaşamını yazdığı kitabında Zühri’nin kitabından yararlanmasaydı, ne yazık ki, bu kitap korunmayacaktı. Yine de kuşkusuz, İbn-i İshak, diğer hadissel kaynaklardan derlediği doğru ya da yanlış birçok bilgi eklemiştir. Ama İbn-i İshak’ın kitabı da, tam ve kendi başına günümüze gelmemiştir. Yine de büyük bölümü, İbn-i Hişam’ın (ölm. H. 213), aynı adı taşıyan çok sayıda kitabın en eskisi olan Siratü’r Resul’unda ya da “Elçinin Yaşamı”nda yaptığı sayısız alıntılarla korunagelmiştir. Muhammet’le ve dönemiyle ilgili konularda bu kitap çok değerlidir, çünkü efsanelere ve masallara bu konudaki bütün diğer kitaplardan çok daha az yer vermektedir.

İbn-i İshak’la İbn-i Hişam’ın Arap reformcular hakkında özellikle bu konuda bize anlattıkları daha çok güvenilirdir, çünkü onları övmekle ya da onların öğretileriyle Muhammet’inkiler arasındaki benzerliği abartmakla ilgilenmiyorlardı. Düşmanlarının onların ifadelerinden yararlanabilecekleri de bu yazarların aklına gelmemiş gibidir. Bu nedenle, bildikleri kadarıyla doğruyu söylemişlerdir. Onların doktrinleriyle Muhammet’in ilan ettikleri arasındaki benzerliklerin, açıklamada bulunmamıza yarayan, elimizin altındaki bilgilerdekinden daha çok olması mümkündür ama belirttiğimiz nedenden dolayı daha az olamaz. Bu nedenle, İbn-i Hişam’ın anlattığının hiç olmazsa onların öğrettiklerinin en azını içerdiğine rahatlıkla güvenebiliriz ve Kuran’la karşılaştırabiliriz.

Kararı okurlarımızın vermesi için, burada İbn-i Hişam’ın öyküsünün çevirisini verebiliriz. Bu öykünün büyük bölümünün İbn-i İshak’ın daha önce anlattığının üzerine inşa edildiği görülecektir.

İbn-i İshak şunları söyler: 3 “Bir gün Kureyş, bir bayramda bir araya geldi. Övdükleri, kurban kestikleri, yanında kalmayı ve etrafında daire olmayı alışkanlık haline getirdikleri bu putlardan biri adına yapılan bayramdı. Bu bayramı yılda bir kez bir gün yaparlardı. Dört adam gizlice onlardan ayrıldı. Sonra birbirlerine, ‘Birbirimize sadık kalalım ve birbirimizin sırlarını tutalım’ dediler. ‘Çok iyi’ diyerek kabul ettiler. Bunlar Varaka İbn-i Esad 4…annesi Adül Müttalib’in kızı Ümeyme olan Übeydullah İbn-i Cuhuş ve Osman  İbn-iül Hüveyris…Zeyd İbn-i Amr’dı… Birbirlerine, ‘Allah adına, biliyorsunuz ki ulusunuzun temelinde hiçbir şey yok: aslında ataları İbrahim’in dininde yanlışlar yapıyorlar. Çevresinde toplandığımız bu taş ne 5?  Duymaz, görmez, zarar vermez, yararı da olmaz. Ey halk, [iman] arayın; çünkü Allah adına doğru, hiçbir dayanağınız yok” dediler. Bunun üzerine İbrahim’in Dini’ni, Hanifiliği aramak için farklı ülkelere gittiler. Varak İbn-i Nevfal, Hıristiyanlığı öğrendi. Ehli Kitap’tan bilgi edininceye kadar Kitaplara iman etmiş kişilere Kitapları sordu. Ama Übeydullah İbn-i Cuhuş sonunda Müslüman oluncaya kadar kararsız kaldı. 

Sonra Müslümanlarla birlikte Etiyopya’ya göç etti. Onunla birlikte karısı, Ebu Sufyan’ın kızı Ümmü Habibe de Müslüman oldu. Übeydullah İbn-i Cuhuş buraya gittiğinde Müslümanlığı bırakarak Hıristiyan oldu, böylece burada Hıristiyan olarak öldü. İbn-i İshak şöyle der: “Bana Muhammet İbn-i Cafer İbn-i Zübeyir anlattı. Şöyle dedi: ‘Übeydullah İbn-i Cuhuş, Hıristiyan olduğunda, Etiyopya’da bulunan Allah’ın Elçisine Eşlik Edenlerle tartışırdı ve onlara, ‘Biz net görüyoruz, sizse göz kırpıştırıyorsunuz’ derdi. Yani, ‘Biz ileriyi görüyoruz, sizse görmek istiyorsunuz ama görmüyorsunuz.” Bunun nedeni, bir eniğin görmek için gözlerini açmaya çalışırken gözlerini kırpıştırmasıydı. Onun kullandığı kelime, birinin gözlerinin açılması anlamına geliyordu. İbn-i İshak şöyle demektedir: Allah’ın Elçisi, Ebu Süfyan İbn-i Harb’ın kızı Ümmü Habibe’yle evlenerek onun yerine geçti. İbn-i İshak şöyle der: Muhammet İbn-i Ali İbn-i Hüseyin bana, Allah’ın Elçisi’nin Amr İbn-i Ümmiye ad Demri’yi Ümmü Habibe için Kral’a gönderdiğini söyledi: Bunun üzerine Kral, söz kesti. Bu durumda, onu Ümmü Habibe’yle evlendirdi. Allah’ın Elçisi’nden çeyiz olarak dört yüz dinar istedi… İbn-i İshak şöyle der: Ama “Osman İbn-i Hüveyris, Sezar’a, Bizans İmparatoru’na gitti: Hıristiyan oldu ve onunla kalması refah düzeyini artırdı… İbn-i İshak şunları söylemektedir: Ama Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nüfeyl kaldı. Yahudi ya da Hıristiyan olmadı: halkının dinini bıraktı: putlardan, çürümüş etten, kandan ve putlara kesilen kurbanlardan uzaklaştı. Küçük kız çocuklarının öldürülmesini yasakladı ve “İbrahim’in Rab’binin kuluyum” dedi; hatalarında ısrar ettikleri için ulusunu azarladı. İbn-i İshak şöyle der: Hişam İbn-i Urve babasının, Ebu Bekir’in kızı annesi Esma’nın yetkisine dayanarak bana şöyle dediğini bana anlattı: “Aslında Zeyd İbn-i Amr İbn-i Nevfel’i, çok yaşlanmış ve Kabe’ye dayanmış, ‘Ey Kureyş oymağı, Zeyd İbn-i Amr’ın canını elinde tutanın sayesinde benim dışımda hiç biriniz İbrahim’in Dini’ne gelmedi” dediğini gördüm.  Sonra, ‘Ey Allah’ım, seni en çok hoşnut edecek tavrın ne olduğunu bilseydim sana öyle ibadet ederdim; ama bilmiyorum” dedi. Sonra huzur içinde ibadet etti. 6 bn İshak şöyle der: Oğlu Su’aid İbn-i Zeyd İbn-i Amr’ın ve kuzeni Umar ibnu’l Hattab’ın Allah’ın Elçisine, “Zeyd İbn-i Amr adına bağışlanma duası et” dedikleri anlatılmaktadır. O da “Evet, o kendi adına dini bir mezhep kuracaktır” demiştir.” Amr İbn-i Nufeyl, bunu halkının dinini bıraktığından söz ederken anlatmıştır. Bunun sonucunda yaşadıkları hakkında şunları söylemiştir:

“Tek Allah’a mı yoksa binlerce tanrıya mı
Tapacağım? O zaman her şey bölünüyor mu?
Allat’ı da Uzza’yı da bıraktım:
İnsan böylece cesur ve sabırlı oluyor.
Artık ne Uzza’ya ne de iki kızına tapıyorum,
Ne de Beni Amr’ın iki putuna başvuruyorum.
Ganam’a da tapmıyorum, ne var ki, aklım şurada burada dolaşırken
Bizim Rab’bimiz oydu.
Şaşıyorum: hem gece hem de gündüz
Onun açıkça anlattığı harika şeyler var.
Çoğunlukla Allah böyle
Ölümlü şeyleri yok ediyor.
Diğerlerini bir ulus olarak koruyor:
Küçüklüklerinden beri onları yetiştiriyor.
Aramızdan bir tökezliyor: bir gün kendine geliyor
Tıpkı yağmuru içen ağaç dallarının kendine geldiği gibi.
Ama ben, Merhametli olduğu için Rab’bime
Kulluk ediyorum.
Bağışlayan Rab benim günahlarımı bağışlasın.
Bu nedenle kendini Allah’ın, Rab’bin korkusundan esirge
Esirgemezsen, o yok olmayacaktır.
Saflığı göreceksin: bahçelerde bol bol var:
Ve iman etmeyenler için Cehennemin ateşi alev alev yanıyor:
Yaşam nankörlüktür ve onlar ölmelidir:
Bunun sinelerini ezeceğini göreceklerdir.” 7

İbn-i Hişam’ın, başından sonuna kadar bu anlatımında, atası İbn-i İshak’ın öyküsünde kullandığı aynı kelimeleri kullanmaya özenle dikkat ettiğini görüyoruz. Bu nedenle, bu reformcuların tarihini ve inançlarını, özellikle de etkileyici öyküsünün ve soylu dizelerinin Muhammet’in üzerinde nasıl iyi bir etki yaptığının görüldüğü Zeyd’i göz önüne alırken elimizde kesin bir şey var. Onun, bir ölçüde iyi etki yaptığına inanmamızın bir nedeni olduğunu göreceğiz. Bu etkinin Muhammet’in yaşamında ve karakterinde daha fazla olmasını isterdik.

İbn-i Hişam, İbn-i İshak’ın yetkisiyle ilgili olarak bize,  (*Arabic*)

Siratü’r Resul, C. i, s. 77

Zeyd’in amcası El Hattab’ın, İbn-i İshak’ı halkının dinini bıraktığı için azarladığını ve artık Mekke’de yaşayamaz duruma gelinceye kadar ona eziyet ettiğini bildirmektedir. O da ülkenin başka yerlerine gitmiş ama sonunda Hira Dağı’nda bir mağarada yerleşmeye karar vermiştir. 8 Yaşlanıncaya kadar burada yaşamış, öldüğünde de bu dağın eteğine gömülmüştür. 9 M. S. 612 yılında Muhammet’in, kendisine peygamberlik görevi verildiğini iddia etmesinden beş yıl önce öldüğü söylenir. İbn-i İshak, “Cahiliye Günlerinde” Kureyş’in tövbe (tehannüs) etmek 10 için, her yıl bir ay –belirttiği üzere, Ramazan’da–  kentten ayrılıp Hira Dağı’nda kalma geleneği olduğunu anlatır bize. Daha sonra Muhammet’in bu ayı bütünüyle, izinden gelenlerin sonsuza kadar oruç tutacakları, özelliği olan bir ay diye seçmesinin bu geleneğin sonucu olduğu bellidir. Kendi döneminde bu ay yaza geldiğinden, bu inziva, toplumun varlıklı üyelerinin hoş karşıladıkları bir değişiklik olabilirdi. Böylece sağlıksız bir Doğu kentinin sıcak ve daracık sokaklarından bir süre ayrılabilmelerine ve ferah taşrada temiz hava alabilmelerine olanak veriyordu. Bu dönemde bu orucun yaşamlarında önemli bir rol oynadığını düşünmememiz için bir neden yoktur. Muhammet’in her yıl Ramazan ayını Hira Dağı’nda geçirme alışkanlığını sürdürmüş olduğu özellikle anlatılmaktadır: Aslında, bir zamanlar Zeyd’in yaşadığı ve Melek Cebrail aracılığıyla kendisine ilk vahyin geldiğine inanılan bu mağarada yaşıyordu. Bu nedenle, Muhammet’in açısından bunu, özel olarak “dünyadan çekilme” diye görmek yanlıştır, çünkü karısı Hatice’nin onunla birlikte olduğu ve onun sadece, kabilesinin adetini sürdürdüğü anlatılır 11.

Hira Dağı’na her yıl yapılan bu ziyaret sırasında Muhammet’in her fırsatta Zeyd’le sohbet ettiği bellidir. Muhammet’in ona duyduğu saygı hadislerde açıkça görülmektedir. Ölümünden sonra Zeyd için dua edilebileceğini daha sonra kabul ettiğini görmüştük: Bu çok dikkate değerdir, çünkü Beydevi, Sure IX. Tevbe, 114’ü yorumlarken, Muhammet’in duyarlılıkla bağlı olduğu, ilk gençliğinde ölen annesi Amine’nin kurtuluşu için dua etmesinin yasaklandığını belirtmektedir. Üstelik El Vakidi, Muhammet’in, Zeyd’e, sadece Müslümanlara bahşedilen bir onur olan “esenlik selamı verdiğini” belirtmektedir. Böylece Allah’ın lütfunun onun üzerinde olması için yakarmış ve “Onu Cennette gördüm: Ardından bir kafile sürüklüyordu” demiştir. Sprenger… “Muhammet, Zeyd’i habercisi olarak açıkça kabul etti ve Zeyd’in olduğunu bildiğimiz her kelimeyi de ayrıca Kuran’da görüyoruz” demektedir. 12 Örneğin; Sure III, İmran 19’da, Muhammet’in sıradan halka, “Siz de Müslüman oldunuz mu?” ya da “Kendinizi Allah’a verdiniz mi?” demesi emredilir. İbn-i İshak, bu sözlerin öncelikle Zeyd’in halkını hedef aldığını söyler. 13 Zeyd’in öğrettiğinden söz edilen belli başlı ilkelerin her biri de Kuran’a dayanır. Şu örnekler verilebilir: (1) dönemin Araplarının gaddarca geleneği uyarınca, kız çocuklarını toprağa gömerek öldürmenin yasaklanması, (2) Tanrı’nın tekliğinin kabul edilmesi, (3) puta tapmanın ve Lat, Uzza ve halkın diğer tanrılarına ibadet etmenin reddedilmesi, (4) Cennet’te ya da “Bahçe’de” gelecekteki mutluluk vaadi, (5) cehennemde günahlıları bekleyen ceza uyarısı, (6) Allah’ın, “inanmayanların” üzerindeki gazabının duyurusu, (7) Tanrı için Er Rahman (Merhametli). Er Rabb (Rab), El Gafur (Bağışlayan) sıfatlarının kullanılması. Dahası Zeyd ve diğer reformcular (Hanifler) “İbrahim’in Dini’ni” aradıklarını iddia ediyorlardı. Bütün bunların yanı sıra Kuran, dolaylı 14 da olsa tekrar tekrar 15 İbrahim’in Hanif olduğundan söz eder. Bu Zeyd ve arkadaşlarının tercih ettiği bir unvandır.

Hanif sözcüğünün türediği kök, İbranice “gizlemek, gibi davranmak, yalan söylemek, ikiyüzlü olmak” anlamına gelir ve Süryanice anlamı da aynıdır. Arapça önce “aksamak” ya da “düzgün yürüyememek” anlamına geliyordu ama sonra halkın tanrılarına tapmaktan vazgeçerek dinsiz olmasını ifade eder oldu. Bu anlamıyla kuşkusuz önceleri bir kınama olarak reformcular için kullanılmıştır. Ama İbn-i Hişam’ın bize anlattığına göre 16, Kureyş telaffuzunda “tövbe” ve “saflık” anlamına gelen sözcük, “Hanefilik” anlamına gelen sözcükle karıştırıldığı için, Hanefiler putperestlikten bütün iğrenç yanlarıyla birlikte vazgeçmelerini ifade eden bir ad olarak bunu sevinçle benimsemişlerdir. Bununla birlikte, Muhammet’in, bu sözcüğü İbrahim için kullanmaya ve insanları, kendisinin açıkladığı üzere İslam’la özdeşleştirdiği “İbrahim’in Dini’ne” dönerek Hanefi olmaya davet etmeye cesaret etmesi hiç de daha az dikkate değer değildir. Aslında bu sözcüğü kullanarak Muhammet,  olasılıkla en açık biçimde reformcuların doktrinlerine bağlılığını duyuruyordu. Bunun yanı sıra onların öğretilerini benimsediğini ve Kuran’a aldığını gördüğümüzde, Haniflerin dogmalarının Müslümanlığın belli başlı kaynaklarından birini oluşturduğunu kabul etmekte tereddüt etmiyoruz.

Haniflerin İslam’ın doğuşuna etkileri, aileleri nedeniyle de çok doğaldı. Mekke’de önde gelen dört reformcunun hepsi Muhammet’le akrabaydı, ortak ataları Liva’dan geliyorlardı. Üstelik Übeydullah, Muhammet’in teyzesinin oğluydu ve daha önce gördüğümüz gibi, Muhammet bu reformcunun dul karısıyla evlenmişti. Diğer ikisi, Varaka’yla Osman, İbn-i Hişam’ın verdiği soy kütüğünden öğrendiğimize göre 17, ilk karısı Hatice’nin kuzenleriydi. 

İslam’ın kökeni araştırmamızda buraya kadar sabırla bizi izleyen okur olasılıkla bir şeye itiraz edebilir. Olasılıkla şunu söyleyebilir: “Bütün bunlar Hamlet piyesinde Danimarka Prensi rolünün olmamasına çok benziyor. İslam’ın bütünüyle daha önce var olan sistemlerden alındığını gösterdiniz ve böylece Muhammet’e atfedilecek doğru düzgün bir şey bırakmadınız. Muhammetçiliğe, Muhammet olmadan bakmak tuhaf değil mi?” Bu itirazın yanıtını uzakta aramak gerekmez. Geçmişte olduğu gibi bugün de İslam inancı, Müslümanların din sisteminde Muhammet’in ne kadar önemli bir rol oynadığı göstermektedir, çünkü Gibbon’ın dediği gibi bu inanç içsel bir gerçeği ve gerekli bir kurguyu içermektedir: “Takipçilerinin zihinlerinde Muhammet’in, İsa Mesih’in, takipçilerinin zihinlerinde işgal ettikleri kadar önemli bir yer işgal ettiğini söylemek çok aşırı değildir. O, iyilik ya da kötülük örneği olarak en önemsiz konuda bile Muhammet yanlısı dünyayı etkilemektedir ve insan ırkının dinsel, ahlaksal ve siyasal tarihinde çok az kişi İslamiyet’in kurucusundan daha önemli bir rol oynamıştır.”

Kendisi için iddia ettiği konumu işgal eden Muhammet’in, kendi kişiliğinin damgasını kurduğu dine apaçık vurmaması doğal olarak imkansızdı.  Bir inşaatçı, malzemesini farklı birçok bölgeden toplar ama malzemenin yöntemi ve düzeni onun becerisini açıklar. Mimarın planı, somut biçimde dikilen binada görülür. Aynı şekilde, Muhammet’in çok farklı bölgelerden fikirler, efsaneler ve dinsel törenler aldığını görmemize rağmen İslam dini kendi başına bir formu olduğunu iddia etmektedir. Bu form, karşılaştırılabileceği diğer inançlardan bazı açılardan farklıdır. Kuran’ın birçok bölümünün edebi üslubunun güzelliği evrensel olarak takdir edilmektedir ve bu, hiç kuşku bırakmayacak şekilde yazarının güzel söz söyleme sanatını kanıtlamaktadır. Düzenleme ve uyum eksikliği onun yüzünden olmayabilir ama eser bütünüyle Muhammet’in anlayışının sınırlılığını, sahip olduğu gerçek bilginin ve öğrenimin çok az olduğunu, sınırsız saflığını, eleştiri yetisinin eksikliğini, karakterindeki ahlak kusurlarını yansıtmaktadır. Kuran, yazılışındaki tarih sırasına göre incelendiğinde, Muhammet’in durumundaki ve din dışı konularla ilgili beklentilerindeki değişikliklere uygun olarak, giderek değişen bir siyasetin izlerini gösterir. Muhammedi yorumcular bile, Kuran’ın bazı bölümlerini Muhammet’in yaşamındaki önemli olaylara göndermede bulunarak açıklarlar. Bu özellikli ayetlerin “vahyine” doğrudan neden olan bu olaylardır. Bunu göstermek için önce Muhammet’in, İslam’ın yayılmasında kılıç kullanılmasıyla ilgili tutumunu, ikinci olarak da evlilik ilişkilerindeki tek bir olayı incelememiz yeterlidir. 

M. S. 622 yılında Mekke’den ayrılıp Medine’ye sığınmadan önce Muhammet’in din dışı konularda gücü olmadığı iyi bilinmektedir. Mekke’deki takipçilerinin sayısı sadece birkaç kişiydi. 18 İki kez –615’de ve 616’da– Etiyopya’ya kaçarak güvende olmak istemişlerdi.  Bu durumda, Hicret’ten önce yazılan ayetlerde ve surelerde imanın yayılması için silaha sarılma, hatta kendini savunma görevinden hiç söz edilmez. Ama Hicret’ten sonra Medine’deki insanların birçoğu onun “yardımcısı” olduğunda, öncelikle “Kendisine Eşlik Edenlere” hayatlarını korumak için savaşma izni vermiştir. İbn-i Hişam 19 bu iznin ilk kez, “Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir… Onlar haksız yere ve ‘Rabbimiz Allah'tır’ dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır” (Sure XXII., Hacc, 39, 40) ayetlerinde verildiğini görmüştür. Bir süre sonra,  Kureyş kervanlarının yağmalandığı birçok seferde zafer Muhammet’in silahlarının ucundayken bu izin emre dönüşmüştür. Bu nedenle Sure II., Bakara 217’de şunları okuyoruz: “Savaş, hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı… Sana hürmet edilen ayı, o aydaki savaşı sorarlar. De ki: ‘O ayda savaşmak büyük suçtur. Allah yolundan alıkoymak, O'nu inkâr etmek, Mescid-i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük suçtur. Fitne çıkarmak ise öldürmekten daha büyüktür’”. Bu, Arapların yazılı olmayan yasasında savaşın yasaklandığı ve düşmanlarının Kabe’ye girmelerine izin verilmediği zaman bile Müslümanlara savaş emri verilmesi demektir. Üçüncüsü, Hicret’in altıncı yılında Müslümanlar Beni Kureyda ve bazı Yahudi oymaklarını yendiklerinde Kutsal Savaş’a ya da Cihat’a girme emri hala acımasızdı; çünkü Sure V., Maide 33’de şöyle yazılmıştır: “Allah ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır.” Yorumcuların açıklamasında, bu hükümde Yahudilerle Hıristiyanlara değil, putperestlere acı çektirme davranışından söz edildiği görülebilir. Ama Müslümanların “Ehl-i Kitap’a” karşı sürdürdükleri tavır bir süre sonra,  Muhammet’in ölümünden kısa süre önce, Hicret’in on birinci yılında açıklanmıştır. Sure IX., Tevbe 5 ve 29’da dördüncü aşamaya ulaşılmıştır – olasılıkla bu, bütün Surelerin ve Kuran’ın en son tarihidir. Burada yılın dört Kutsal Ayının sonunda Müslümanlara yeniden savaşa girmeleri emredilir. Bu emir bu ayetlerde şöyledir: “Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayın, onları hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı dosdoğru kılar, zekatı 20 da verirlerse artık yollarını serbest bırakın. Allah bağışlayan, esirgeyendir… Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye 21 verinceye kadar savaşın.” Bu durumda Kuran’da açıklandığı şekliyle Allah’ın yasasının Muhammet’in silahlarının başarısıyla orantılı olduğu görülmektedir. Bunu açıklamak gerekirse, daha sonra açıklanan bazı ayetlerin bazı eski ayetleri yürürlükten kaldırarak onların yerine geçtiği kuralı getirilmiştir. Sure II., Bakara 106’da şöyle denmektedir: “Herhangi bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya unutturursak, onun yerine daha hayırlısını veya onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?” Ne var ki, o zamandan bu zamana dek Muhammet’in hukukçuları hangi ayetleri kaldıracaklarına, yerlerine hangilerini koyacaklarına karar verememişlerdir ama 225 kadarının bu şekilde yürürlükten kaldırıldığı tahmin edilmektedir.

Meslek yaşamının başından itibaren Muhammet’in Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı tutumundaki değişikliğin izini de aynı şekilde sürebiliriz. Onları kendi yanına çekeceğini umduğunda, bu beklentisinde düş kırıklığına uğradığını gördüğünde onlara kılıçla saldırmayı aklına koymuştur. Ama bütün bu araştırmalardan aynı dersi, Muhammet’in sözde vahiylerini o an ihtiyaç duyulduğuna inandığı şeye nasıl tümüyle uyarladığını öğreniyoruz.

Aynı şey Ahzab Suresi’nde okuduğumuz Zeyneb’le evlenmesine dair koşullar için de geçerlidir. Zeyneb, evlat edindiği oğlu Zeyd’in Muhammet’in hatırı için boşandığı karısıydı. Konu uzun uzadıya ele almamız için çok tatsızdır ama yorumcuların ve hadis yazarlarının açıklamalarıyla birlikte Kuran’ın (Sure XXXIII, 37), bu konuda dediklerine bakarsak, Muhammet’in karakterinin ve mayasının İslam’ın ahlak yasasına ve Kuran’a damgasını vurduğunu kanıtlarız. Her Müslüman’ın aynı zamanda dört kadınla evlenmesine yasa izin veriyordu. Kuran’da ona, sadece ona dörtten çok kadınla evlenme 22 izni verilmesi bu gerçeğin başka bir kanıtıdır. Ayşe’nin onun yapısal özellikleriyle ilgili bir sözünü içeren hiç hoş olmayan bir Hadis’te bu açıklanmaktadır.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, Muhammet dinsel uygulamaları ve efsaneleri çok farklı kaynaklardan almış olsa bile, bunları bir ölçüde birbiriyle az çok tutarlı bir bütün halinde birleştirdiği, böylece İslam dinini oluşturduğu apaçıktır. Bunların bazısı iyidir ve Müslümanlıkta başka din sistemlerinden alınmış büyük gerçekler vardır. Bir ölçüde bu, Müslümanlığın dünyada varlığını sürdürme nedenini açıklamaktadır.


1. Daha sonra söz edilecek otoritelerin yanı sıra, Müslim’in Kitabü’l Fedail’inde anlattığı Ebu Dar’ın ilginç öyküsüne bakın.

2. Bununla birlikte Sprenger güvenilmeye değer olduğunu düşündüğü diğerlerinden de alıntılar yapar.

3 Siratü’r Resul, C. i, s. 76, 77

4. Burada kuşaklar boyunca verilen soylar atlıyorum.

5. Ünlü Hacerü’l Esved’den söz ediyor.

6. Ya da avuçlarının üzerinde secde etti.

7. (*Arabic*)

8. İmam Ebu Ferah, Kitabu’l Aghani’sinde (Kıs. 111, s. 15) Muhammet’in, ilham almadan önce Zeyd İbn-i Amr’la karşılaşıp konuştuğunu anlatır.

9. Siratu’l Resul, C. 1, s. 79

10. (*Arabic*)(a.g.e., C. 1, s. 80, 81)

11. Çok önemli olan bir sonraki dipnota bakın.

12. Koelle, Mohammed and Mohammedanism, s. 53

13. Sprenger’in yaptığı alıntı, Life of Muhammad, s. 42

14. Arap alimleri dolaylı olmanın ne içerdiğini bilirler.  Belki de burada “dolaylı” demek için neden yoktur, dil zaten dolaysıza çok yakındır.

15. Örn; Sure III., 89; IV., 124; VI., 162

16. Yk. bkz. 269, dn. 2

17. Siratü’r Resul, s. 63, 76 vd.

18. İkinci göç sırasında Etiyopya’ya gidenlerin toplam sayısı 101 kişiydi, bunlardan 83’ü erkekti (Sir W. Muir, Life of Mahomet, s. 84).

19. Urve’nin ve diğerlerinin yetkisi konusunda bkz.  Siratü’r Resul, C. i, s. 164

20. Yani Müslümanlara vermeleri emredilen zekat: başka bir deyişle Müslüman olmak.

21. Yahudilerden ve Hıristiyanlardan istenen haraç

22. Sure XXXIII., Ahzab, 49