Çölde Sayım 1- 2

Şimdi Musa’nın beş kitabının dördüncüsüne ya da Kutsal Kitap’ın Eski Antlaşma bölümünün dördüncü büyük kitabının incelenmesine başlıyoruz. Ve bu kitabın, daha önce zihinlerimizi meşgul etmiş olan diğer üç kitabın hepsi gibi oldukça güçlü bir şekilde ifade edildiğine dair önde gelen özelliklere sahip olduğunu göreceğiz. Yaratılış kitabında, yaratılışın anlatımı kaydedildikten sonra tufan ve Babil’deki dağıtma ve Tanrının İbrahim’in tohumunu nasıl seçtiğini okuruz. Mısır’dan Çıkış kitabında, kurtuluş vardır. Levililer kitabı, bize kahinlere özgü tapınma ve paylaşım konularında bilgi verirler. Çölde Sayım kitabında ise çölde yapılan yürüyüşü ve savaşı okuruz. Bunlar vahiy aracılığı ile yazılmış en değerli konulardır. Ancak beklenildiği gibi, başka en çok ilgi çeken düşünceler yan yana takdim edilirler. Rab büyük merhameti sayesinde bizi Yaratılış, Mısır’dan Çıkış ve Levililer kitapları aracılığı ile çalışmalarımız boyunca hep yönlendirmiştir. Ve biz şimdi aynı şekilde Rabbin bizi Çölde Sayım kitabı aracılığı ile de yönlendireceğine güveniyoruz. Kutsal Ruh’un yazılan düşünceleri ve yazan kalemi yönlendirmesini diliyorum, öyle ki O’nun kutsal düşünceleri ile tam bir uyum içinde olmayan tek bir cümlenin yazılmasına bile izin verilmesin. Her sayfa ve her paragraf O’nun onayının mührünü taşısın ve yazılanların hepsi de hemen o anda O’nun yüceliğini övsün ve okuyucu için kalıcı yarar sağlasın.

“Ve Rab İsraillilerin Mısır’dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günü Rab Sina çölünde Buluşma Çadırında Musa’ya şöyle seslendi: ‘sen ve Harun İsrail topluluğunun bütün boyları ile ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsraillilerden savaşabilecek durumda yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın.” (Çölde Sayım 1:1-3)

Burada kendimizi bir kez daha “çölde” buluyoruz ve yalnızca “savaşa gidebilecek güçte” olanların hesaba katıldığını anlıyoruz. Bu konu güçlü bir ifade ile vurgulanmıştır. Yaratılış kitabında İsrail’in tohumu babaları İbrahim’in soyunda idi. Mısır’dan Çıkış kitabında İsrailliler Mısır’ın tuğla fırınlarında idiler. Levililer kitabında ise, Buluşma Çadırının etrafında toplandılar. Burada Çölde Sayım kitabında İsraillileri çölde görüyoruz. Sonra tekrar yukarıda yazılanlar ile uyumlu ve onaylanmış olarak Yaratılış kitabında tanrının seçimi ile ilgili çağrıya kulak veriyoruz. Mısır’dan Çıkış kitabındaki kurtuluş konusunda gözlerimiz Kuzu’nun kanı üzerine dikiliyor ve Levililer kitabında nerede ise tamamen tapınma ve kutsal yer hizmeti hakkında bilgi alıyoruz. Ama Çölde Sayım kitabını açar açmaz okuduklarımız savaşan erkekler, ordular, ordugah kuralları ve alarm bildiren boru sesleri oluyor.

Tüm bunlar yüce özelliklere sahip konulardır ve şimdi başlamakta olduğumuz bu kitabı imanlı için en ilginç, en değerli ve en önemli ifadeler ile donatmışlardır. Kutsal Kitap’ın her kitabı, vahiy ile yazılmış kitapların her kısmı kendine özgü farklı bir yere ve konuya sahiptirler. Her birine tanrısal Yazar’ı tarafından uygun bir yer sağlanmıştır. Bu kitapların eşsiz değeri, ilginçliği ve önemi hakkında bir an için bile bir kıyaslama yapmamız mümkün değildir. Kitapların hepsi tanrısaldır ve bu nedenle mükemmeldirler. İmanlı okuyucu buna yürekten ve tam olarak kesin bir şekilde inanır ve Kutsal Yazıların – tüm ayetlerin ve Musa’nın ilk beş kitabı ile birlikte tüm Kutsal Kitap’ın -  güvenilir tanrısal vahiy olduklarına dair gerçeğe saygı duyarak mührünü basmıştır; eski, orta ve şimdiki çağda var olan kişilerin küstah saldırılarından en ufak şekilde etkilenmez. Sadık olmayanlar ve rasyonalistler kendi saçma mantıklarını ileri sürebilirler ve kitaba ve yazarına karşı duydukları düşmanlığı sergileyebilirler. Ama inançlı Hristiyan “Kutsal Yazıların tamamının Tanrı esini ile yazıldığına” dair sade ve mutluluk veren gerçeğe inanmaktan vazgeçmez.

Ama Kutsal Kitap’ın yetkisine ve değerine ilişkin bir kıyaslama yapma fikrini tamamen reddetmemiz gerekse bile çok yararlı bir iş yapabilir ve Kutsal Kitap’ın çeşitli kitaplarının içeriklerini, tasarımlarını ve alanlarını birbirleri ile kıyaslayabiliriz. Ve bu kitaplar üzerinde ne kadar derin düşünür isek, onların eşsiz güzelliği, sınırsız bilgeliği ve harika kesinliği karşısında o kadar büyük hayranlık duyarız; hem bir bütün olarak hem de ayrı her bir kısım olarak hepsi eşsizdir. Vahiy alarak yazan yazar konusu ne olur ise olsun, o konunun doğrudan objesinden asla vazgeçmeden yazar. Kutsal Kitap’ın hiç bir kitabında o kitabın ana tasarımı ile mükemmel bir uyum içinde bulunmayan bir şeyi asla bulamayacaksınız. Bu ifadeyi kanıtlamak ve örnek vermek için –eğer şimdiye kadar bunu yapmadı isek – kutsal yazıların tamamına yönlendirileceğiz. Zeki imanlının kanıta ihtiyacı yoktur, ama yine de örnek ile ilgilenebilir. Bu kitap ile ilgili büyük gerçeğe hem bir bütün olarak hem de kısımlarının her birine Tanrı tarafından yazdırıldıkları için inanır ve yüreğinde şu sonuca varır: bu kısımların tamamında ve her birinde tanrısal Yazar açısından değeri olmayan tek bir nokta ve tek bir zerre yer almaz.

Şimdi kendisini “bize Tanrı tarafından verilen kutsal yazıların tanrısal vahiy olduklarına kesin kanaat getirmiş olan ve bu kanaati onaylamış olan imanlı” kutsal yazıların dolulukları, derinlikleri ve mükemmelliklerini her gün giderek daha fazla keşfeder ve lütuf aracılığı ile bu kısımların hayran olunacak mükemmelliklerini her zamankinden daha duyarlı olarak görür ve bütün ile olan harika bağlantılarını kavrar. Yazar şöyle der: “Kutsal Yazılar diri bir kaynağa sahiptirler ve diri bir güç onları bir araya getirmiştir. Bu nedenle sonsuzdurlar ve onların tek bir kısmını bile bütünden ayırmak imkansızdır, çünkü hepsinin aktığı diri merkez tek Tanrıdır. Kutsal Kitap’ın tüm gerçek kısımlarını çevreleyen diri merkez tek Mesih’tir ve çeşitli gerçeklere işaret etmesine rağmen, Kutsal Ruh, Tanrı kaynağının gücünü taşıyan tek tanrısal yaşam veren özdür; bu gücü lütfa ve yüceliğe tanıklık ederek gerçek ağacının tüm dallarına taşır ve Tanrının Kendisi ile bağlantılı olan her şeyin objesi, merkezi ve başıdır; Tanrı her şeyin üstündedir ve sonsuzluk boyunca kutludur. Bu konunun merkezini ne kadar çok izler isek  - Tanrı düşüncesinin bu açıklamasının en üst yapraklarından ve dallarından başlayarak – ve bu nedenle onun kapsamına ve farklılığına doğru aşağıya bakar isek, onun sınırsızlığını ve bizim kavrayışımızın zayıflığını o kadar çok fark ederiz. Tanrı’ya şükürler olsun ki, kaynağı saf mükemmellikte sevgi olan ve bize, biz enkaz halindeyken bile ulaşmış olan bu sevginin gösterilişine tanık oluruz. Tanrının aynı mükemmel sevgisi tüm bunların içinde yer alır. Ama Tanrının Kendisini açıklamış olduğu tanrısal bilgelik ile ilgili açıklamalar bizim için her zaman bir araştırma konusu olarak kalırlar ve bu araştırmaların her birinde ruhsal anlayışımızı arttırarak yeni şeyler keşfederiz; bütünün sınırsızlığını anlarız ve bu gerçek giderek bizim için daha çok netleşerek bizi tüm düşüncelerimizin ötesine götüren bir yola sokar.”

Bascilica Cistern in Istanbul
Basilica Cistern in Istanbul, Turkey

Bu satırları kırk yıl boyunca kutsal yazıları derinlemesine araştırmış biri olan bir yazarın kaleminden uyarlamak gerçekten de insanın ruhunu tazeliyor, çünkü bu satırlar söz ile anlatılamaz bir değere sahipler ve onları küçümsemek için hazır olan kişilerin var olması Tanrının gerçeğini değiştirmez. Kutsal Kitap’ın tanrısal orijinliği konusunda insan tanıklığının oluşturduğu sonuçlara bağımlı olmanın bilgelikle hiç bir ilgisi olamaz, çünkü bu sonuçlar Kutsal Kitap’ın kendisi aracılığı ile donatılmış bir temele dayanırlar. Tanrının işi gibi Sözü de Tanrı adına konuşur; bunlara ilişkin kanıtlarını da beraberinde taşır; yüreğe konuşur; varlığımızın önemli ahlak köklerine kadar aşağılara iner ve bu köklere ulaşır; canın en iç odalarına nüfuz eder; bize ne olduğumuzu gösterir; bize hiç bir kitabın konuşamayacağı şekilde konuşur ve Samiriyeli kadının, İsa kendisine o güne kadar yapmış olduğu her şeyi söylemiş olduğu için İsa’nın Mesih olduğunu söylemesi gibi biz de aynı şekilde Kutsal Kitap ile ilgili şunu söyleyebiliriz: Yaptığımız her şeyi bize söylediğine göre o zaman Kutsal Kitap Tanrının Sözü değil midir? Hiç kuşkusuz, yalnızca Kutsal Ruh’un öğretişi sayesinde kutsal yazılar önümüzde kendilerini takdim ettikleri zaman, kanıt ve delili ayırt edebilir ve takdir edebiliriz. Ama yine de Tanrı sözü kendi adına hala konuşur ve canın kendisinden yararlanması için insan tanıklığına ihtiyacı yoktur. Artık Kutsal Kitap’a olan imanımızın insan tanıklığının iyiliği sayesinde bina edildiğini düşünmememiz gerekir. Bu nedenle insan tanıklığının düşmanlığı söz konusu olduğu zaman, imanımızın sarsılmaması gerekir.

İnsan tanıklığı her zaman olası en son öneme sahiptir ama özellikle hali hazırdaki anda yüreği ve zihni kutsal yazıların –tam ve bütün esini – tamamı- tanrısal yetkisinin sağduyulu gerçeğinde bina etmek tüm zamanlardaki tüm amaçlar ve tüm insanlar için yeterlidir. Ortada dolanan iki düşman etkisi vardır, yani, bir yanda sadakatsizlik, diğer yanda ise batıl inançlar. Sadakatsizlik, Tanrının bize Sözü aracılığı ile konuştuğunu inkar eder. Batıl inançlar ise, Tanrının konuştuğunu kabul eder, ama kilisenin bu konuda yorumu olmadan O’nun ne söylediğini anlayabileceğimizi inkar eder.

Şimdi konu şudur: Pek çok kişi sadakatsizliğin inançsızlığını ve küstahlığını ya da iğrençliğini dehşete kapılarak karşılar ama batıl inançların da aynı şekilde kutsal yazıları da mahvettiğini göremezler. Kendimize şunu soralım: O zaman Tanrının konuştuğunu inkar etmek ile O’nun ne söylediğini anlayabileceğimizi inkar etmek arasında bulunan fark nereden gelir? Tanrının sözünden her iki durumda da yoksun bırakılmıyor muyuz? Elbette yoksun bırakılıyoruz. Eğer Tanrı Kendisinin ne söylediğini bana anlatamıyor ise ve eğer bana konuşanın Kendisi olduğuna dair güvence veremiyor ise, o zaman benim durumum O’nun hiç konuşmamış olmasından daha iyidir. Eğer Tanrı Sözü insan yorumu olmadan yeterli değil ise, o zaman hiç bir şekilde Tanrı Sözü olamaz. Yani, yetersiz olan Tanrı sözü değildir. İkisinden birini kabul etmemiz gerekir. Yani ya Tanrı hiç konuşmamıştır ya da eğer konuştu ise o zaman söylediği Söz mükemmeldir. Bu konu ile ilgili tarafsız bir yanın var olması asla mümkün değildir. Tanrı bize bir açıklama yapmış mıdır? Sadakatsizlik bu soruya “hayır” der, batıl inanç ise: “Evet yapmıştır, ama bu açıklamayı insan yetkisi olmadan anlayamazsınız” der. Bu nedenle biz her iki durumda da Tanrının değerli sözünün paha biçilmez hazinesinden yoksun kalırız ve bundan dolayı hem sadakatsizlik hem de batıl inanç görünüşte birbirlerine hiç benzemeseler de bizi tanrısal açıklamadan yoksun bırakma konusunda aynı noktada buluşurlar. Ama Tanrıya övgüler olsun ki, O bize bir açıklama vermiştir. Konuşmuştur ve sözü hem yüreğe hem de anlayışa öğretecek güçtedir. Tanrı, konuşanın Kendisi olduğuna dair kesinlik sağlayacak güçtedir ve biz herhangi bir insan yetkisinin müdahale etmesini istemiyoruz. Güneşin parladığını görmemizi sağlamak için zayıf ve güçsüz ani bir ışık istemiyoruz. O görkemli ışığın ışınları bu tür sefil eklemelere ihtiyacı olmayacak kadar mükemmel bir yeterliliğe sahiptir. İstediğimiz tek şey güneş ışığında durmak ve güneşin parladığına dair ikna edilmektir. Eğer bir mahzen ya da tünelde bulunur isek, o zaman güneşin etkisini hissedemeyiz ve aynı şey kutsal yazılar için de geçerlidir; eğer kendimizi sadakatsizliğin ve batıl inancın tüyler ürperten karanlık etkileri altına bırakır isek, o tanrısal açıklamanın güler yüzlü, yaşam veren ve aydınlatan gücünü tecrübe edemeyiz.

Tanrısal bu kitap hakkında bir bütün olarak bu kadarını söyledikten sonra şimdi önümüzde açık duran kısmın içeriği üzerinde düşünmek için ilerleyeceğiz. Çölde Sayım kitabının birinci bölümünde “şecere/soy” konusunda açıklamaya ve Çölde Sayım kitabının ikinci bölümünde “standart” farkındalığına sahip oluruz. Ve Musa ve Harun isimleri aracılığı ile ifade edilen bu adamları aldılar ve tüm topluluğu ikinci ayın birinci gününde bir araya topladılar. Ve babalarının ailelerinin ev halkını, yirmi yaşında ve bu yaştan daha yukarı olan kişileri boylarına ailelerine göre birer birer sayıp adlarını/soylarını beyan ederek yazdılar. Böylece Musa Sina çölünde halkın sayımını yaptı. (Çölde Sayım 1: 17-19)

Bunun bizim için bir anlamı var mıdır? Anlayışımıza herhangi büyük bir ruhsal ders vermekte midir? Kesinlikle vermektedir. Öncelikle, okuyucunun önüne şu önemli soruyu getirir: “Soyumu ilan edebilir miyim?” ama ne yazık ki, binlerce olmasa bile ağzı ile iman ikrarında bulunan yüzlerce Hristiyan bunu yapma konusunda korku duymaktadır. Net ve kararlı bir şekilde, “Artık Tanrının çocuklarıyız” (1.Yuhanna  3:2) diyemezler. “Çünkü Mesih İsa’ya iman ettiğiniz için hepiniz Tanrının oğullarısınız.” “Ve eğer Mesih’e ait iseniz, İbrahim’in soyundansınız ve vaade göre de mirasçısınız.” (Galatyalılar 26,29) “Tanrının ruhu ile yönetilenlerin hepsi, Tanrının oğullarıdır…. Ruh’un kendisi, bizim ruhumuz ile birlikte Tanrının çocukları olduğumuza tanıklık eder.” (Romalılar 8:14,16)

Hristiyan’ın soyu budur ve bu onun “ilan etme” gücü bulmak için sahip olduğu ayrıcalıktır. Hristiyan yukardan doğmuştur – yeniden doğmuştur – sudan ve Ruh’tan, yani, Söz ve Kutsal Ruh aracılığı ile doğmuştur. (dikkatli bir şekilde Yuhanna 3:5; Yakup 1:18; 1.Petrus 1:23; Efesliler 5:26 ayetlerini kıyaslayınız.) İmanlının soyu doğrudan yukarı, yücelik içinde dirilmiş bir Mesih’in soyudur. Hristiyan soy bilimi budur. Bizim doğal soyumuza gelince eğer bu soyun kaynağına gider ve içtenlikle beyanda bulunur isek, o zaman mahvolmuş bir soydan geldiğimizi görmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Yersel ailemiz düşmüş bir ailedir. Bereketimiz gitmiştir, kanımız lekelenmiştir, mahvolmuş ve iyileşmesi imkansız olan bir konumdayız; ilk konumumuzu bir daha asla geri alamayız; önceki statümüz ve ona ait olan mirasımız geri alınması imkansız şekilde yitirilmiştir. Bir kişi belki soy çizgisinde soylular, prensler ya da krallar bulabilir, ama eğer soyunu tam olarak ilan etmek ister ise, düşmüş, mahvolmuş ve dışarı atılmış bir başı (Adem) görmezlikten gelemez. Bu konunun gerçeğinin ne olduğunu tam olarak bilmek için kaynağına inmemiz gerekir. Olup bitenlere bakan ve yargılayan Tanrıdır ve eğer biz doğru düşünmek istiyor isek, Tanrı ile uyumlu düşünmemiz gerekir. Tanrının insanlar ve değerler hakkındaki yargısının sonsuza kadar egemen olması gerekir. İnsanın yargısı yalnızca geçicidir, yalnızca bir gün dahi sürebilir ve bundan dolayı imanın sağduyulu değerlendirmesi ile uyumlu olarak, “sizin tarafınızdan ya da olağan bir mahkeme tarafından yargılanır isem, hiç aldırmam. Kendi kendimi de yargılamıyorum.” (1.Korintliler 4:3) “İnsanın gününde yargılanmak küçük bir şeydir.” Ah! Ne kadar da küçüktür! İnsan yargısı tarafından yargılanmanın ne kadar önemsiz bir şey olduğunu keşke daha derinden hissedebilsek ya da sayfa kenarında yazılı olduğu gibi, “insanın gününde” yargılanmak. Bu küçük ve önemsiz insan yargısına göre yürümek bir alışkanlık olmamalıdır. Bizi içinden geçmekte olduğumuz olayın etkisinin üzerine çıkartacak olan sakin bir yükseliş ve kutsal bir saygınlık! Bu yaşamda sıra ne demektir? Eğer bir soy dürüst bir şekilde izlenir ise ve sadık bir biçimde ilan edilir ise, bu durum o soya ne gibi bir önem kazandırabilir? Bir kişi doğumu ile yalnızca soyunun gerçek kaynağı ile ilgili bilgisi olduğu zaman, gurur duyabilir. Soyu ile ilgili gerçek şudur: “Günah içinde doğdu ve güçsüz oluştu.” İşte insanın orijini böyledir- doğumu da böyledir. Böyle bir doğum ve böyle bir orijin ile kim gurur duymayı aklına getirebilir? Yalnızca, bu dünyanın tanrısının zihnini kör ettiği kişi!

Ama bir Hristiyan için durum ne kadar farklıdır? Hristiyan’ın soyu gökseldir. Onun “soy ağacı” kökleri yeni yaratığın toprağının içindedir. Diriliş ile biçim alan bu soy çizgisini ölüm asla kıramaz. Bu konu hakkında bundan daha basit yazamayız. Okuyucunun bu temel nokta hakkında tam bir netliğe sahip olmasının gerekliliği nihai önem taşır. Çölde Sayım kitabının bu ilk bölümünden kolayca görebileceğimiz şudur: İsrail topluluğunun her bir üyesinin soyunu ilan edecek güce sahip olmasının gerekmesi ne kadar da elzemdir! Bu noktadaki belirsizliğin facia getirdiği kanıtlanmıştır; belirsizlik umutsuz bir zihin karışıklığının ortaya çıkmasına neden olur. Bir İsraillinin soyunu ilan etmeye çağrıldığı zaman, günümüzdeki pek çok Hristiyan tarafından sergilenen kuşkulu davranışlar ile kendisini ifade ettiğini düşünmemiz hemen hemen imkansızdır. Onun şu sözlerini algılayamayız: “Bilmiyorum, tam emin değilim, bazen İsrail soyuna ait olduğum umudu ile seviniyorum, ama bazen de kesinlikle Rabbin topluluğuna ait olmadığımı düşünerek korku ile doluyorum. Tam anlamıyla belirsizlik ve karanlıktayım.” Bu tür ifadeleri kavramamız mümkün müdür? Kesinlikle hayır. Yargı gününe kadar hiç kimsenin gerçek bir İsrailli olup olmadığı hakkında emin olamadığına dair bu korkunç düşünceye sahip birini hayal dahi edemeyiz.

Tüm bu tür fikirler ve mantık kullanmalar  - yine aynı şekilde yaşadığımız zihin ve yüreğimizdeki tüm bu tür korkular, kuşkular ve sorularımız bir İsrailli zihnine yabancı konular idi. Topluluğun her üyesi bir savaşçı safında yer almak üzere soyunu duyurmaya çağrıldı. Her biri Tarsuslu Saul gibi şu sözleri söyleyebiliyor idi: “İsrail soyundanım, sekizinci gün sünnet oldum…” Her şey belirgin ve açık idi; çöldeki yürüyüş ve savaş hallerinde bir gelişme olduğu takdirde harekete geçmek için hazırdılar. O zaman şimdi şu soruyu sormamız yasal değil midir? “Eğer bir Yahudi soyu hakkında emin olabilir ise, neden bir Hristiyan da soyu konusunda emin olamasın?” Değerli okuyucu, bu soru hakkında lütfen düşün ve eğer sen de göksel soyun ve ruhsal doğumun ile ilgili olarak bereketli kesinliğe hala ulaşamayan o kalabalık imanlı grubuna dahil isen, bu noktada biraz durmanı istiyorum ve sana şu anda bu konu ile ilgili bir mantık yürütmemiz için yalvarıyorum. Belki de aklına şöyle bir soru geliyor: “Gerçekten bir Tanrı çocuğu olduğumdan, Mesih’in bedeninin bir üyesi olduğumdan ve Söz’den ve Tanrının Ruhundan doğduğumdan nasıl emin olabilirim? Eğer bana ait olsalar idi, bu zor konu hakkında emin olmak için dünyaları verirdim.”

Tamam, o zaman şimdi bu konuda size ciddi olarak yardımcı olmak istediğimizi bilin. Gerçekten de bu özel konuyu gündeme almamızın nedeni, bu “Notların” kaygı çeken canlara Rabbin bizi güçlendirdiği ölçüde yardım etmek ve sorunlarını çözmek ve onları bu konuda engelleyen her şeyi ortadan kaldırmaktır.

Ve öncelikle yapmamız gereken istisnasız Tanrının tüm çocuklarına ait olan tek bir farklı özelliğe işaret etmemiz olacaktır. Bu çok basit olmasına rağmen çok bereketli bir özelliktir. Eğer bir ölçüde bile olsa buna sahip değil isek, o zaman göksel soya ait olmadığımız çok kesindir. Ama eğer buna sahip isek, o zaman bu nedenle herhangi bir zorluk ya da engel ile karşılaşmaksızın “soyumuzu ilan edeceğimiz” kesindir. Şimdi bu özelliğin ne olduğunu görelim. Bu büyük temel özellik nedir? Rabbimiz İsa Mesih sorunun yanıtını Sağlayan’dır. “Ne var ki bilgelik, onu benimseyen herkes tarafından doğrulanır.” (Luka 7:35; Matta 11:19) Kabil’in zamanından bu güne kadar yaşayan tüm Bilgelik çocukları bu büyük temel özellik ile mühürlenmişlerdir. Tek bir istisna dahi söz konusu değildir. Tanrının tüm çocukları – bilgeliğin tüm oğulları bu ahlak özelliğini bir ölçüde de olsa her zaman sergilemişlerdir – Tanrıyı haklı çıkartmışlardır. Okuyucu bu noktanın üzerinde düşünsün. Okuyucu belki Tanrıyı haklı çıkartmak konusunun ne anlama geldiğini anlamayı zor bulabilir. Ama inanıyoruz ki, kutsal yazıların bir ya da iki bölümü bunu hemen açıklığa kavuşturacak ve onu net olarak izah edecektir. Luka 7. Bölümde şunu okuruz: “Yahya tarafından vaftiz edilen halk, hatta vergi görevlileri bile bunu duyunca Tanrının adil olduğunu doğruladılar. Oysa Yahya tarafından vaftiz edilmeye yanaşmayan Ferisiler ile Kutsal Yasa uzmanları Tanrının kendileri ile ilgili tasarısını reddettiler. “ (29 ve 30. Ayetler) Burada iki kuşağın yüz yüze getirildiğini görüyoruz. Halk ve vergi görevlileri Tanrıyı haklı çıkarttılar ve kendilerini yargıladılar. Ferisiler ise kendilerini haklı çıkarttılar ve Tanrıyı yargıladılar. Halk ve vergi görevlileri Yahya tarafından vaftiz edilmeye razı oldular – tövbe vaftizi. Ferisiler ise bu vaftizi reddettiler – tövbe etmeyi reddettiler – kendilerini alçaltmayı ve yargılamayı reddettiler.

Burada Kayin ile Habil’in günlerinden başlayarak günümüze kadar var olan tüm insanlık ailesini ikiye ayıran iki büyük sınıf üzerinde duracağız ve aynı zamanda “soyumuzu” ilan etmeyi deneyeceğimiz olası en basit testi uygulayacağız. Kendimizi yargılama noktasına geldik mi? Gerçek bir pişmanlık ile tanrının önünde eğilerek tövbe ettik mi? Bu söylediklerimiz Tanrıyı haklı çıkartmaktır. Bu iki şey bir arada yürürler – evet, onlar tektir ve aynıdırlar. Kendisini yargılayan kişi Tanrıyı haklı çıkartır ve Tanrıyı yargılayan kişi kendisini haklı çıkartır.

Bu konu her durum için geçerlidir. Dikkat edelim, biz tövbe ve öz yargı noktasına geldiğimiz anda Tanrı haklı çıkartan olarak yerini alır. Tanrı her zaman kendilerini yargılayanları haklı çıkartır. O’nun tüm çocukları O’nu haklı çıkartırlar ve O da çocuklarını haklı çıkartır. Davut, “Sana karşı günah işledim” dediği anda, yanıt, “Rab günahını ortadan kaldırdı” olmuştur. Tanrısal bağışlama insanın itirafını hızların en yoğun şekli ile izler.

Bu yüzden insanın kendisini haklı çıkartmasından daha aptalca bir şey olamaz, çünkü Tanrının, söylediği her söz için haklı çıkartılması ve insan tarafından yargılandığı zaman üstün gelmesi gerekir. (Mezmur 51:4 ile Romalılar 3:4 ayetlerini kıyaslayınız). Tanrının eli her zaman başında da sonunda da en üstün olandır ve o zaman tüm öz yargı gerçek ışığının içinde ortaya çıkarak görünecektir. Bu nedenle, yapılacak en bilge davranış kendimizi yargılamak olacaktır. Tüm bilgelik çocuklarının yaptığı şey budur. Bilgelik ailesinin gerçek üyeleri ile ilgili en büyük özellik, bu öz yargı alışkanlığı ve ruhudur. Oysa, öte yandan, bu aileden olmayan kişileri ortaya çıkartan en belirgin ruh bu kendisini haklı çıkartma ruhudur.

Bu konular, çok ciddi bir dikkati hak ederler. Doğa herkesi ve her şeyi suçlayacaktır; herkesi ama asla kendisini değil! Ancak, lütfun işlediği yerde her zaman bir öz yargıya hazır olma ve alçalmayı kabul etme durumu vardır. Bereket ve esenliğin gerçek sırrı budur. Tanrının tüm çocukları bu harika ahlak özelliğini sergileyerek ve bu muhteşem sonuca ulaşmış olarak bu bereketli zemin içinde durmuşlardır. Bilgeliğin mutlu ailesinin tüm tarihi içinde bunun kadar önemli bir özellik bulamayız. Ve kesinlikle emin olarak söyleyebiliriz ki, eğer okuyucu gerçek ve gerçeklik ile kendine sahip olması için önce kendisini kaybetmiş olması ve gerçek pişmanlık noktasına gelebilmek için yönlendirilmiş ise, işte o zaman bilgeliğin çocuklarından biri olarak cesaret ve kararlılık ile “soyunu ilan edebilir.”

Bu nokta üzerinde başlangıçta ısrar ile duracağız. Bir kişi için “soyunu ilan etmediği” sürece uygun standardı fark edebilmesi ve uygulayabilmesi imkansızdır. Özetleyecek olur isek, bu önemli konu hakkında belirsizlik devam ettiği sürece, çölde gerçek bir konum alabilmek mümkün değildir. Eski dönemde yaşayan bir İsrailli topluluktaki yerini nasıl alabilirdi – saflarda nasıl yer alabilirdi, soyunu kesin bir şekilde ilan etmediği takdirde çölde ilerleme yapmayı nasıl umut edebilirdi? İmkansız! Aynı şey şimdi Hristiyanlar için geçerlidir. Çöl yaşamında ilerleme – ruhsal savaşta başarı, eğer ruhsal soy hakkında belirsizlik mevcut ise, hiç bir şekilde mümkün olamaz. Şu sözleri söyleyebilmemiz gerekir: “ölümden yaşama geçmiş olduğumuzu biliyoruz ” – “Tanrıdan olduğumuzu biliyoruz ” – “Bir Hristiyanın yaşamında ve yürüyüşünde gerçek bir ilerleme olabileceğine inanıyoruz ve bundan eminiz.”

Değerli okuyucu, soyunu ilan edebiliyor musun? Bu konu senin için tam bir kesinlik kazanmış mıdır? Bu konu, canının tüm derinliklerinde netlik kazandı mı? Tanrı ile baş başa olduğun zaman, bu konu senin ve O’nun arasında tamamen çözüme kavuşmuş bir konu mudur? Araştır ve gör. Bu konuda kesin bir çalışma yaptığından emin ol. Konuyu üstün körü bir şekilde geçme. Konuyu yalnızca ikrar üzerine bina etme.  “Ben filanca kilisenin bir üyesiyim; Rabbin sofrasına paydaş oluyorum; şu ve bu öğretişlere sımsıkı bağlıyım; çok dindar bir şekilde yetiştirildim; ahlaklı bir yaşam sürüyorum; hiç kimseye herhangi bir zararım dokunmadı; Kutsal Kitap’ı okurum ve dua ederim; evimde ev halkım ile tapınırım ve hayırsever ve dindar biriyim.” Söylediğiniz tüm bu ifadeler gerçekten tam olarak doğru olabilirler. Ama yine de tanrısal yaşamın tek bir kalp atışına ya da tanrısal ışığın tek bir huzmesine bile sahip olmayabilirsiniz. Bunlardan tek bir tanesi ya da hepsi bir araya getirilse bile ruhsal soy ilanının bir beyanı olarak kabul edilemez. Sizin Tanrının çocuklarından biri olduğunuza şahitlik edecek bir tanıklık ruhu olması gerekir. Ve bu tanık her zaman Rab İsa Mesih’e olan sade çocuksu imana eşlik eder. “Tanrının Oğluna inanan yüreğinde Tanrının tanıklığına sahiptir.” (1.Yuhanna 5:10) Bu konunun kanıt aramak amacı ile kendi yüreğinizi araştırmak ile hiç bir ilgisi yoktur. Bu konu ölçüler, duygular ve deneyimler üzerine inşa edilen bir bina değildir. Bunlar ile alakası yoktur. Konu, yalnızca, Mesih’e duyulan çocuksu bir imandır. Tanrı Oğlunda sonsuz yaşama sahip olmaktır; Kutsal Ruh’un yok edilemez bir kaydıdır. Tanrının Sözünü ciddiye almaktır. “Size doğrusunu söyleyeyim, sözümü işitip beni gönderene iman edenin sonsuz yaşamı vardır. Böyle biri yargılanmaz ( krisin ), ölümden yaşama geçmiştir.” (Yuhanna 5:24)

Soyunuzu ilan etmenin doğru yolu budur ve böyle olduğundan emin olun, “savaşta ilerlemeniz için” bunu ilan edebilmeniz gerekir. Söylemek istediğimiz bu olmaksızın kurtulamayacağınız anlamına gelmez. Böyle yanlış bir şey söylememize Tanrı engel olsun. Ruhsal soylarını ilan edemeyen gerçek Ruhsal İsrail’e ait yüzlerce kişinin var olduğuna inanıyoruz. Ve şu soruyu soruyoruz: Böyle kişiler savaşta ilerleyebilirler mi? Gayretli savaşçı kişiler midirler? İlgisi bile yok. Onların, gerçek çatışmanın ne olduğundan haberleri dahi yoktur. Aksine bu sınıfa dahil olan kişiler, gerçek Hristiyan çatışması ile kendi kuşku ve korkularını, karanlık ve bulutlu mevsimlerini birbirine karıştırırlar. Bu hata, yapılacak en ciddi hatadır; ama ne yazık ki çok sık yapılır. Sürekli olarak, Hristiyan çatışması temelinde savunulan alçak, karanlık ve yasal bir can koşulu ile karşılaşırız, oysa Yeni Antlaşma’ya göre gerçek Hristiyan çatışması ya da savaşı kuşkuların ve korkuların yer almadığı bir bölgede yapılır. Tanrının tam kurtarışının – diri bir Mesih’teki kurtuluş - parlak gün ışığında durduğumuz zaman, biz Hristiyanlar için uygun olan savaşa gerçekten girmiş oluruz. Bir an için durup düşünelim; yasal mücadelelerimiz, kusurlu imansızlığımız, Tanrının doğruluğuna boyun eğmeyi reddetmemiz, sorgulamalarımız ve muhakemelerimiz, bir Hristiyan çatışması olarak görülebilir mi? Asla, hiç bir şekilde ! Tüm bunların hepsinin tanrı ile çatışma olarak görülmesi gerekir; oysa Hristiyan çatışması şeytan ile sürdürülen çatışmadır. “Çünkü savaşımız insanlara karşı değil, yönetimlere, hükümranlıklara, bu karanlık dünyanın güçlerine ve kötülüğün göksel yerlerdeki ruhsal ordularına karşıdır.” (Efesliler 6:12)

İşte Hristiyan çatışması budur. Ancak bu tür bir çatışma Hristiyan olup olmadıklarından sürekli kuşku duyan kişiler tarafından sürdürülebilir mi? Biz sürdürülebileceğine inanmıyoruz. Henüz “soyunu beyan edemez” ya da “standardının” farkına varamaz iken, bir İsraillinin çölde Amalek ordusu ile çatıştığını ya da vaat edilen ülkede Kenanlılar ile savaştığını düşünebilmemiz mümkün mü? Böyle bir şey düşünmek akla sığmaz. Hayır, hayır, topluluğun savaşa gidebilecek güçte olan her üyesi bu konu hakkında yetkin bir netliğe ve dinginliğe sahip idi. Eğer yukarıda belirtilen özelliklere sahip değil ise zaten kendiliğinden savaşa gitmezdi.

Şu anda Hristiyan çatışması gibi önemli bir konudan söz eder iken, okuyucumuzun dikkatini Yeni Antlaşma’nın üç bölümüne çekmek yerinde olacak. Bu üç bölümde sunulan çatışmanın üç farklı karakterini görürüz, yani, Romalılar 7:7-24; Galatyalılar 17;  Efesliler 6:10-17. Eğer okuyucu bir an için dönüp yukarıda ifade edilen ayetlere bakacak olur ise, her birinin gerçek  karakterine işaret etmek istiyoruz.

Romalılar 7:7-24 ayetlerinde dirilmiş ama özgür olmayan bir canın – yasa altında bulunan dirilmiş canın – mücadelesini görürüz. Burada önümüze sunulan kanıt, şu tür ifadeler aracılığı ile kendini gösteren bir dirilmiş candır: “Nefret ettiğim ne ise onu yapıyorum” – “İçimde iyiyi yapmaya istek var” – “ İç varlığımda Tanrının Yasasından zevk alıyorum ” . Ancak dirilmiş bir can bu ifadeler ile konuşabilir. Hatalı olanı yapmak, ama doğru olanı yapmayı istemek, iç varlığında Tanrının Yasasından zevk almak – tüm bunlar yeni yaşamın göze çarpan özellikleridirler- yeniden doğuşun değerli ürünleridirler. Yeniden doğmuş bir kişinin bu tür ifadeleri gerçek anlamda kullanabilmesi imkansızdır.

Ama öte yandan, bu ayetlerde önümüze sunulan kanıtlar tam özgürlüğe sahip olmayan bir canı ifade ederler; kurtuluş sevincini bilmeyen, zaferli olduğunun tam bilincine sahip olmayan – ruhsal gücünün kesin mülkiyetinden emin olmayan dirilmiş bir can. Tüm bunlar ile ilgili açık kanıtlara şu ifadelerde sahibiz: “Köle gibi günaha satılmışım” – “İstediğimi yapmıyorum, nefret ettiğim ne ise onu yapıyorum” – “Ne zavallı insanım! Ölüme götüren bu bedenden beni kim kurtaracak?” Ama biz bir Hristiyanın “dünyasal” değil, “ruhsal” olduğunu biliyoruz, o günaha köle gibi satılmamıştır. Ama günahın gücünden kurtarılmıştır. O, kurtuluş için inleyen “sefil ya da zavallı biri” değildir. Aksine, kurtarılmış olduğunu bilen mutlu bir insandır. Doğru olanı yapmaya gücü olmayan ve her zaman yanlış olanı yapmaya zorlanan güçsüz bir köle değildir. O, Kutsal ruhun gücü ile donatılmış özgür bir kişidir. Ve şu sözleri söylemeye gücü ve yetkisi vardır: “Beni güçlendiren Mesih aracılığı ile her şeyi yapabilirim.” Filipeliler 4. Bölüm.

Şimdi burada bu en önemli ayetin tam bir açıklamasını yapma girişiminde bulunmayacağız. Yapacağımız şey yalnızca okuyucuya bu ayetin önemini ve etkisini anlaması için bir iki öneri sunarak yardımcı olmaya çalışmaktır. Pek çok Hristiyanın bu bölümün yorumu ile ilgili olarak farklı görüşlere sahip olduğundan tam olarak haberdarız. Bazı Hristiyanlar bu bölümün dirilmiş bir canın uygulamalarını sunduğunu inkar ederler. Diğerleri ise, bir Hristiyana uygun olan deneyimleri ortaya koyduğunu ileri sürerler. Her iki düşünceyi de kabul etmemiz mümkün değildir. Bizim bu bölüm ile ilgili yorumumuzda inandığımız şudur: bu bölüm gerçekten dirilmiş bir canın uygulamalarını sergiler, ama bu can dirilmiş bir Mesih ile birleşmiş olmak ve Kutsal Ruhun gücüne sahip olmak gibi bir bilgi tarafından özgür kılınmamıştır. Aslında yüzlerce Hristiyan, Romalılar kitabının yedinci bölümünde kalırlar, ama bulunmaları gereken yer Romalılar kitabının sekizinci bölümüdür. Bu Hristiyanlar deneyimlerine göre yasa altındadırlar. Kendilerinin Kutsal Ruh tarafından mühürlenmiş olduklarını bilmemektedirler. Dirilmiş ve yüceltilmiş bir Mesih’teki tam zafere sahip çıkmamışlardır. Kuşkuları ve korkuları vardır, hatta her zaman şu şekilde feryat etmeye eğilimlidirler: “ Ben ne zavallı/sefil bir adamım, beni kim kurtaracak?” ama bir Hristiyan kurtarılmamış mıdır? Kurtulmamış mıdır? Sevgili’de kabul edilmemiş midir? Vaat Ruhu olan Kutsal Ruh tarafından mühürlenmemiş midir? Mesih ile birleşmemiş midir? Tüm bu gerçekleri bilmesi, tadını çıkartması ve ikrar etmesi gerekmez mi? Bu konunun sorgulanması bile gereksiz, elbette bilmesi, tadını çıkartması ve ikrar etmesi gerekir. O zaman artık Romalılar yedinci bölümde kalamaz. İsa’nın boş mezarının göksel tarafında zafer şarkısı söylemek ve Mesih’in, halkını özgür kıldığı o kutsal özgürlük içinde yürümek bir Hristiyan’ın ayrıcalığıdır. Romalılar kitabının yedinci bölümünde tutsaklık vardır; özgürlük hiç bir şekilde yer almaz. Ancak bu yedinci bölümün en sonunda can, şu sözleri söyleyebilir: “Tanrıya şükürler olsun!” Burada bizler için harika bir canlılık ve güç ile ayrıntılı olarak önümüze konmuş olanın içinden geçmek tam bir tecrübe olacaktır ve ayrıca yanlış bir şekilde Romalılar kitabının sekizinci bölümde olmaktansa içten bir şekilde Romalılar yedinci bölümde olmayı tercih etmemiz gerekir. Ama tüm bunlar Kutsal Yazıların bu çok ilginç bölümünün uygun uyarlaması hakkındaki konuya hiç bir şekilde değinmeden sona erer.

Şimdi dikkatimizi bir an için Galtyalılar 5:17 ayetindeki çatışmaya verelim ve bu bölümü aktaralım : “Çünkü benlik Ruh’a , Ruh da benliğe aykırı olanı arzular. Bunlar birbirine karşıttır; sonuç olarak istediğinizi yapamıyorsunuz.” 1 Bu bölüm genellikle sürekli yenilgiyi anlatmak için aktarılır, oysa aslında sürekli zaferin sırrını içermektedir. 16. Ayette şunu okuruz: “Şunu demek istiyorum: Kutsal Ruhun yönetiminde yaşayın. O zaman benliğin tutkularını asla yerine getirmezsiniz .” Bu ifade her şeyi netliğe kavuşturur. Kutsal Ruhun varlığı gücü garanti eder. Tanrının benlikten daha güçlü olduğundan eminiz. Ve bu yüzden Tanrı her çatışmanın içinde var olduğundan zafer kesindir. Ve aynı zamanda dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Galatyalılar 5:17 ayeti eski ve yeni iki doğa arasındaki çatışmadan söz etmez. Kutsal Ruh ve benlik arasındaki çatışmadan söz eder. İşte bu ayete şu sözlerin eklenmesinin önemi budur: “İstemediğiniz şeyleri yapmayasınız diye.” Eğer Kutsal Ruh içimizde konut kurmamış olsa idi, o zaman benliğin tutkularını yerine getireceğimizden emin olmamız gerekir idi. Ama Kutsal Ruh savaşa devam edebilmemiz için içimizde olduğundan artık yanlışı yapmak zorunda değiliz, doğru olanı yapabilmek için bereketlendik.

Bu konu Romalılar 7:14,15 ve Galatyalılar 5:17 arasındaki düşünce farkına titizlik ile işaret eder. Romalılar kitabının 7:14,15 ayetlerinde yeni doğaya yer verilir ama imanlıda konut kurmuş olan Kutsal Ruhun gücüne değinilmez. Galatyalılar 5:17 ayetinde ise yalnızca yeni doğaya değil ama aynı zamanda Kutsal Ruhun gücüne de yer verilir. Bir imanlıdaki yeni doğanın bağımlı olduğunu her zaman aklımızda tutmamız gerekir. İmanlı güç için Kutsal Ruha ve rehberlik eden söze bağımlıdır. Ama Kutsal Ruhun Tanrı olduğu her yerde gücün var olması gerekir. Kutsal Ruh kederlendirilebilir ve engellenebilir ama Galatyalılar 5:16 ayeti Kutsal Ruhta yürüdüğümüz takdirde benliğin üzerinde kesin ve sürekli zafere sahip olacağımızı net bir şekilde öğretir.

Bu nedenle, Galatyalılar 5:17 ayetini düşük ve dünyasal bir yürüyüş için bir neden olarak göstermek çok ciddi bir hata olur. Bu ayetin öğretişi tam aksini üretmek için tasarlanmıştır.

Şimdi Efesliler 6:10-17 ayetleri üzerinde biraz konuşalım. Burada Hristiyan ve göksel yerlerde bulunan kötü ruhlar arasındaki çatışmadan söz edilmektedir. Kilise göğe aittir ve göksel yürüyüş ve konuşmaları her zaman koruması gerekir. Göksel konumumuza sahip çıkmamız sürekli hedefimiz olmalıdır – ayağımızı göksel mirasımızın üzerine sağlam basmalı ve her zaman orada tutmalıyız. Şeytan olası her yolu deneyerek bunu engellemek ister ve çatışmanın nedeni budur; işte bu yüzden güçlü ruhsal düşmanımıza karşı durabilmenin tek yolu “Tanrının tüm zırhını giyinmektir.”

Amacımız bu zırh üzerinde durmak değildir, çünkü okuyucu çatışmanın konusuna sahip çıkabilsin diye, Çölde Sayım kitabının ilk ayetleri ile bağlantılı olarak konuyu tamamen okuyucunun düşüncesine sunarak onun dikkatini yukarıdaki üç ayete çektik; Hristiyan doğasının gerçek doğası ve temeli hakkında aydınlanmanın önemini bundan daha iyi anlatmamız mümkün değildir ve hiç bir konu bu konu kadar ilginç olamaz. Eğer savaşın ne olduğunu bilmeden savaşa gider isek ve soyumuzun uygun olup olmadığı konusunda bir belirsizlik durumu içinde isek, o zaman düşman önünde bir ilerleme kaydedemeyeceğiz demektir.

Ama daha önce de belirtilmiş olduğu gibi, insanoğlu için soyunu net bir şekilde beyan etmesi gibi gerekli olan bir başka şey daha var idi ve bu da onun ölçüsünün değişikliğinin farkında olması idi. Çöldeki yürüyüş ve savaş için bu iki şey elzem idi. Ayrıca bu ikisinin birbirinden ayrılması mümkün değil idi. Eğer bir adam soyunu bilmiyor ise, sahip olduğu standardın farkına varamaz idi ve bu yüzden umutsuzluğun karmaşıklığına batıp kalırdı. Konumunu muhafaza etmek ve sürekli olarak ilerlemek yerine birbirlerinin yoluna çıkar ve birbirlerine engel olurlar idi. Her biri standardını bilerek ve ona sahip çıkarak ordugahını bilmeli ve onu muhafaza etmeli idi. Böylelikle birlikte hareket eder, birlikte başarı kazanır, işi tamamlar ve savaşı sürdürürlerdi. Benyamin oymağının kendi ordugahı vardı ve Efrayim ordugahının kendi oymağı vardı ve birinin diğeri ile ilişkisi yoktu ya da biri diğerinin yolundan geçemez idi. Tanrının İsrailinin kamp kuran tüm oymaklarının ordugahları için aynı koşullar geçerli idi. Her birinin kendi soyu ve kendi ordugahı vardı. Ve hiç biri kendi düşüncelerine göre hareket etmez idi tüm düşünceleri Tanrının düşünceleri idi. Soyu belirleyen Tanrı olduğu gibi standardı atayan da yine Tanrı idi. Oymaklar kendi aralarında bir kıyaslama yapma ihtiyacı duymaz ya da birbirlerini kıskanmazlar idi; her birinin sahip çıkması gereken bir konumu ve yapması gereken bir iş vardı ve hepsi için yeterince yapılacak iş ve yeterince sahip çıkılacak konum mevcut idi. Aralarında mümkün olabilecek en büyük çeşitlilik söz konusu idi ve yine de birliğin beraberliğin en mükemmeline sahip idiler. “Ve İsrailliler sancaklarının altında aile bayrakları ile Buluşma Çadırından biraz ötede çepeçevre konaklasın.” “Böylece İsrailliler Rabbin Musa’ya buyurduğu gibi yaptılar. Sancakları altında ordugah kurdular. Göç ederken de herkes boyu ve ailesi ile birlikte yola çıktı.” (Çölde Sayım 2:2,34)

Böylece şimdi kilisede olduğu gibi eski kamp yerinde olduğu gibi “Tanrının zihin karışıklığının yetkilisi olmadığını” öğreniyoruz. Üç oymağın her biri kusursuz bir kare şeklinde düzen alacak ve bu karenin her yanı kendine özgü standardını sergileyecek idi; düzenleri tanrısal bir mükemmelliğe sahip idi. “İsrailliler sancaklarının altında aile bayrakları ile Buluşma Çadırından biraz ötede çepeçevre konaklayacaklar.” İsrail ordularının Tanrısı ordularını nasıl sıraya dizeceğini biliyor idi. Tanrının savaşçılarının askeri taktiklerin en mükemmel sistemi ile düzenlenmeyeceklerini düşünmek çok ciddi bir hata olur. Sanat dallarında ve bilim alanlarında yaptığımız ilerleme nedeni ile kendimizi beğenebilir ve böbürlenebiliriz ve  günümüzde görülebilen askeri sitemin kaba düzensizliği ve çılgın karmaşasının İsrail ordusunda da olabileceğini zannedebiliriz. Ama bu çok boş bir tahmin olacaktır. İsrailin ordugahının tanrısal bir kusursuzluk ile düzenlendiğini ve donatıldığını bilerek güvenlik içinde dinlenebiliriz. Çünkü tüm nedenlerin en basiti ve en sonuç vereni, İsrail kampının Tanrı’nın  eli ile düzenlenmiş ve donatılmış olduğu gerçeğidir. Her şeyi yapan Tanrıdır ve bu nedenle yapılanın mükemmel olduğuna dair duyduğumuz güven tamdır.

Bu çok basit ama aynı zamanda çok bereketli bir ilkedir. Bu ilkenin imansız ya da kuşkucu birini tatmin etmeyeceği kesindir. Ama böyle bir kişiyi ne ikna edebilir ki? Bir kuşkucunun prensibi hiç bir şeye inanmamak ve her şeyden kuşku duymaktır. Kuşkucu kişi, her şeyi kendi standartlarına göre ölçer ve kendi düşünceleri ile uyumlu olmayan her düşünceyi reddeder; görülmemiş bir soğukkanlılık ile kendi prensiplerini ortaya döker ve sonra bunlardan kendi sonuçlarını çıkartmaya çalışır. Ama eğer prensipleri yanlış ise o zaman sonuçlarının da aynı şekilde yanlış olması gerekir. Ve tüm kuşkucuların, imansızların ve akılcıların yani rasyonalistlerin prensiplerinde bu değişmez özellik mevcuttur: Tanrıyı her zaman dışarıda bırakırlar ve bu yüzden onların vardıkları tüm sonuçların ölümcül hatalar olmaları gerekir. Öte yandan alçakgönüllü imanlı bu ilk büyük prensip ile yola çıkarak başlar ve “Tanrı vardır” der ve yalnızca O’nun var olduğunu söylemek ile kalmaz, aynı zamanda yarattıkları ile ilgilenir ve insanların ilişkileri ile meşgul olur.

Bu gerçek, Hristiyan’a çok büyük bir rahatlama sağlar! Ama imansızlık bu tür bir rahatlığa asla izin vermeyecektir. Tanrı’yı dışarda bırakmamak ve içeri almak ile kuşkucunun tüm mantığı alt üst edilir. Çünkü kuşkucu kişinin ileri sürdüğü mantık Tanrı’yı dışarıda bırakma temeli üzerine inşa edilmiştir.

Ancak şimdi bizim bu konulara değinmemizin nedeni, imansızlara yanıt vermek değil, imanlıları bilgilendirmektir. Ve bazen imansızlığın tüm sisteminin çürüklüğüne dikkat çekmek yararlı olabilir. Ve hiç kuşkusuz bunu en net ve en güçlü şekilde anlatmanın yolu, kuşkucuların tüm dayanaklarının Tanrı’yı dışarıda bırakmak olduğu gerçeği ile göstermektir. Bu gerçek kuşkucuların tüm sistemini ayaklarımızın altındaki toza dönüştürür. Eğer biz Tanrının varlığına inanıyor isek o zaman O’na karşı olan her şeyin kötü olduğundan eminiz demektir. Her şeye Tanrının bakış açısından bakmamız gerekir. Bu da yeterli değildir. Eğer Tanrının varlığına inanıyor isek, o zaman insanın O’nu yargılayamayacağını anlamamız gerekir. Doğru ya da yanlışın yargıcının Tanrı olması gerekir; Kendisi hakkında neyin değerli olup olmadığına Tanrı karar verir. Bu gerçek aynı zamanda Tanrının sözü için de geçerlidir. Eğer Tanrının varlığı ve bize konuştuğu gerçek ise, o zaman Tanrı bize bir açıklama vermiştir ve bu açıklamanın insan mantığı ile açıklanmaması gerekir. Tanrı, insan mantığının çok üstünde ve ötesindedir. Tanrının sözünün insan aritmetiğinin kuralları aracılığı ile ölçüldüğünü düşünün! Ve ne yazık ki, günümüzde yapılan budur ve şimdi üzerinde çalıştığımız bu bereketli Çölde Sayım kitabında ilerlediğimiz zaman imansızlığın ve onun aritmetik yönünün ne kadar boş olduğunu göreceğiz.

Bu kitap ile ilgili notlarımızda ve düşüncelerimizde her diğer kitapta olduğu gibi şu iki noktayı hatırlamamız çok önemlidir: İlki kitap ve ikincisi can : kitap ve kitabın içindekiler; can ve canın gereksinimleri. Kitap ile çok ilgilendiğimiz takdirde canı unutmak gibi bir tehlike ile karşılaşabiliriz. Ve öte yandan, can ile çok daha fazla meşgul olup kitabı unutmak gibi ikinci bir tehlike de mevcuttur. Her ikisine de eşit önem vermek gerekir. Ve eğer yazılı ya da sözlü etkili bir hizmeti neyin oluşturduğunu söyleyecek olur isek, şu iki şeyin uygun bir uyarlamasının sonucu olduğunu ifade edebiliriz: Söz’ü çok büyük bir gayret ile ve belki de çok derin bir şekilde araştırıp inceleyen bazı görevliler olabilir. Kutsal Kitap ile ilgili konularda çok iyidirler. Vahiy çeşmesinin derinliklerinden bol bol içmişlerdir. Tüm bunların hepsi çok büyük bir önem ve çok yüksek bir değer taşır. Bu yapılmadan sürdürülen bir hizmetin verimli olmayacağı aşikardır. Eğer bir kişi Kutsal Kitap’ını gayret ile ve dua ederek incelemiyor ise okuyucularına ve dinleyicilerine vereceği şey çok az olacaktır; en azından Kutsal Kitap’ın sahip olduğu değeri aktarması imkansız olur. Söz ile ilgili hizmet verenlerin öncelikle kendileri için Söz’ü kazmaları hem de derin kazmaları gerekir.

Ama o zaman can dikkate alınmalıdır – can’ın beklenti koşulları ve ihtiyaçlarının karşılanması gerekir. Eğer bu gözden kaçırılır ise o zaman hizmet eksik, tatsız ve güçsüz olacaktır. Yani hizmet yetersiz ve verimsiz olacaktır. Özetleyecek olur isek, her ikisinin bir arya getirilmesi ve uygun bir şekilde uyarlanmaları gerekir. Kitabı yalnızca inceleyen bir kişi, pratik olamaz, yalnızca canı inceleyen bir kişi donanımsız olacaktır. Her ikisini layıkı ile inceleyen kişi ise, İsa Mesih’in iyi bir hizmetkarı olacaktır.

Şimdi biz okuyucumuz için bu ölçüde bir inceleme yapmayı arzu ediyoruz. Ve bu nedenle çıkacağımız yolculukta önümüzde açık duran bu harika kitap aracılığı ile bizler Kitap’ın yalnızca ahlaki güzelliklerine işaret etmek ile ve onun kutsal derslerini açıklamak ile kalmayacağız aynı zamanda bu derslerin okuyucu tarafından ne kadar öğrenildiği ve bu güzelliklerin ne kadar takdir edildiklerini de sorgulayacağız. Okuyucunun buna bir itirazı olmayacağına güveniyoruz ve bu nedenle bu ilk kısmı sona erdirmeden önce okuyucuya bıu konu ile ilgili bir iki soru soracağız.

Sevgili okuyucumuz, öncelikle “soyunu ilan etme” konusunda düşüncelerin netleşti ve kesinleşti mi? Rabbin yanında yer aldığın artık kesin olan bir konu mudur? Senden ricamız bu önemli konuyu çözüme kavuşturmadan rahat etmemendir. Sana daha önce de bu soruyu sormuş idik ve şimdi tekrar soruyoruz. Ruhsal soyunu biliyor musun ve onu ilan edebilir misin ? Bu konu, tanrı savaşçısı için en önemli konudur. Bu konu hakkında düşünceleriniz netleşmediği sürece ruhsal bir savaşa girmeyi düşünmeyin bile! Biz burada, bir insanın bu olmadan kurtulamayacağını söylemiyoruz. Böyle bir düşünceyi aklınıza bile getirmeyin. Söylediğimiz şey yalnızca ruhsal soyunu ilan etmemiş birinin bir savaşçı olarak savaş saflarında yer almasının imkansız olduğudur. Böyle bir kişi gerçek ruhsal soya ait olup olmadığı hakkında kuşkular ve korkular ile dolu olduğu sürece dünya, benlik ve şeytan ile savaşamaz. Bir ruhsal savaşçının herhangi bir gelişme göstermesi ve bir karara varması son derece elzemdir, bu nedenle bizlerin “Ölümden yaşama geçtiğimizi biliyoruz ” diyebilmemiz gerekir – “biz Tanrıdan olduğumuzu biliyoruz .”

Bir savaş adamının konuşması gereken uygun dil budur. Güçlü savaş ordusunda yer alan bir savaşçıda kendi soyu hakkında en ufak bir kuşkusu ya da bir kuşku gölgesi yer almaz. Biri bu konu ile ilgili bir soru sorduğu zaman sadece gülümseyecektir. Altı yüz kişiden her biri hangi soydan olduğunu çok iyi biliyor idi ve bu yüzden bulunduğu konumdan haberdar idi. Aynı şey Tanrının savaşçıları için şimdi de geçerlidir. Her üye ilişkisi hakkında en ufak bir kuşkuya yer vermeyen tam bir güvene sahip olmaya ihtiyaç duyar. Aksi takdirde savaşta ayakta kalması mümkün değildir.

Ve şimdi de “standart” konusuna gelelim. Standart nedir? Bir öğretiş midir? Hayır. Teolojik bir sistem midir? Hayır. Kiliseye ait bir yönetim şekli midir? Hayır. Buyruklara, törenlere ya da seremonilere ait bir sistem midir? İlgisi yok. Tanrının savaşçıları böyle bir bayrak altında savaşmazlar. Tanrının savaşçısının standardı nedir? Dinleyelim ve hatırlayalım. Mesih’tir!

Tanrının tek standardı budur ve bu dünya çölünde savaşan savaşçılarında tek standardı budur; kötünün orduları ile savaşa girerler ve Rabbin savaşlarını savaşırlar. Her şey için tek standart Mesih’tir! Bunun dışında bir standarda sahip olmak çağrıldığımız ruhsal çatışma konusunda bizi sadece yetersiz hale getirecektir. Bizlerin Hristiyanlar olarak herhangi bir teoloji sitemi ya da kilise organizasyonu ile ne işimiz olabilir? Bizim değerlendirmelerimiz, düzenlemelerimiz, seremonilerimiz ya da törensel gözlemlerimizin ne önemi olabilir? Bunlar gibi bayraklar altında mı savaşa gideceğiz? Tanrı korusun! Bizim teolojimiz Kutsal Kitap’tır. Bizim Kutsal Ruhun varlığı aracılığı ile oluşmuş olan kilise organizasyonumuz tek Tanrı’dır. Ve göklerdeki diri ve yüceltilmiş Baş ile birleşmiştir. Bundan daha aşağıda olan herhangi bir şeye razı olmak kişinin gerçek bir ruhsal savaşçı olmadığının kanıtıdır.

Çok yazık! Ne kadar yazık! Tanrının kilisesine ait olduklarını iddia eden o kadar çok kişi uygun standardını unutuyor ve kendisini başka bir sancak altında savaşırken buluyor ki! Yanlış sancak altında savaşmak zayıflığın ve yanlış tanıklığın göstergesidir ve ilerlemeye engel olur. Eğer savaş gününde konumumuzda duracak isek, Mesih’ten ve O’nun Sözü’nden başka – diri Söz ve yazılı Söz – hiç bir standardı kabul etmememiz gerekir. Tüm ruhsal düşmanlarımıza karşı sahip olduğumuz güvence işte burada mevcuttur. Mesih’e ne kadar çok yakın olur ve O’na ne kadar çok yapışır isek, o kadar daha çok güçlü ve güvende olacağız. O’na gözlerimizi örten mükemmel örtü olarak sahip olmak – O’na olan yakınlığımızı muhafaza etmek – O’nun tarafında olmak; bu, bizim en büyük ahlaki güvenliğimizdir. “İsrailliler çadırlarını bölükler halinde kuracaklar. Herkes kendi ordugahında, kendi sancağının altında bulunacak. Herkes konakladığı düzende kendi sancağı altında göç edecek.”

Ah! Bu keşke Tanrının kilisesinin tüm orduları arasında gerçekleşebilse! Mesih uğruna her şey bir tarafa bırakılabilse! O yüreklerimiz için yeterli olabilse! Biz O’na ait olduğumuza dair ruhsal soyumuzu ilan ettiğimiz zaman göklerde sonsuzluk boyunca dinleneceğimiz yuvamıza doğru bu dünya çölünde yol alır iken, O’nun adı bu çölde ordugah kurduğumuz “standart” üzerine kazınmış olsun. Değerli okuyucumuz, sizden ricamız sancağınızın üzerinde İsa Mesih’ten başka tek bir çizgi ya da not bulunmasın  -  İsa Mesih adı her adın üzerindedir ve Tanrının sınırsız evreninde O’nun adı sonsuza kadar yüceltilecektir.


1 Okuyucuya bilgi vermemiz gereken bir nokta olabilir; yetenekli pek çok araştırmacı Galatyalılar 5:17 ayetinin son cümlesini şu şekilde yorumlarlar : “Yapacağımız şeyleri yapamayalım diye.” Bu yorumun metnin içeriğindeki ruh ile uyumlu olduğuna kesinlikle inanıyoruz ve her gün İngilizce yazılmış olan değerli Kutsal Kitap’ımızın rakipsiz üstünlüğü konusunda daha çok ikna oluyoruz.